Limonata gibi havaların, çarşaf gibi denizlerin mimarı, okulların açılmasının müjdecisi, sonbaharın öncüsü, on iki ayın sultanı Eylül ayı geldi çattı.
Üç çocuklu bir anne olarak Eylül ayını kutlamam ve kutsamam çocuklarımın okula dönmesiyle ilişkilendirilebilir ve yanlış da olmaz. Ama eksik olur.
Yanlış olmaz, çünkü gerçekten de buna çok ihtiyacımız var. Hepimizin. Onların bir düzene ihtiyaçları var, akranlarıyla olmaya ihtiyaçları var, evden ayrı olmaya ihtiyaçları var, bizim tepelerinde olmamamıza ihtiyaçları var… Benim de… onlarsız olmaya ihtiyacım var. Daha doğrusu kendimle olmaya…
Gibi’nin bir bölümünde, Yılmaz kentsel dönüşümün fon müziği haline gelen hilti sesinden şikayet ediyor, iç sesini bastırdığını, hilti yüzünden kendi düşüncelerini duyamadığını söylüyordu.



“Kendi iç sesini duyamamak.” Benim duygularıma, düşüncelerime tercüman bir ifade bu. Nedir o iç ses dersen, çoğu zaman öyle çok önemli bir şey de değil. Yani günlük akışın içindeysek mesela, birlikte evden çıkacaksak, benim aklımda sürekli bir yapılacaklar listesi oluyor. Şöyle şeyler geçiyor zihnimden (diyelim çocuklarla denize gideceğiz): Buzluğa su koymam lazım, piknik sepetine poşet koymayı unutmayayım da çöpsüz kalmayalım, bıçak aldım mı? aldım. Hangi meyveleri alıyordum hah evet üzüm yıkayacağım. Peştemalları unutmayayım, Derya’nınki yukarıda çamaşırlıktaydı, Derya demişken DERYAAAAA GÖZLÜĞÜNÜ ALDIN MI ŞAPKANI DA UNUTMA HERKES ŞAPKASINI ALSIIIIIN!
Ben böyle yapılacaklar listesinin üzerinde bir aşağı bir yukarı giderken birisi geliyor ANNEH! diyor, MAYOMU GÖRDÜN MÜ? (Mayosunun yatağının üzerinde olduğunu daha beş dakika önce söylemişim oysa ki?..). Ya da geliyor, Anne? Senegal’de elektrik var mı? diye soruyor (Bu gerçekten yaşandı). Ve benim zihnimdeki kelimeleri oluşturan harfler çözülüp karman çorman bir şekilde aşağı düşmeye başlıyor ve sonra bir araya getirmem dakikalar sürüyor, ki eskisi gibi de bir araya gelmiyorlar zaten.
İşte bu yüzden, herkesin okula gitmesine ihtiyacımız var.
Ancak dediğim gibi, Eylül sevdamı sadece okulların açılmasına bağlamak eksik olur, çünkü çok daha geriye ve derine uzanıyor bu tutkum. Çocukluğumda yazın üç ayımız deniz kıyısında geçerdi ve denizin en güzel olduğu, en çok tadını çıkardığımız günler hep Eylül’deydi. Bir Eylül ayında mesela, su kayağı yapmıştım hayatımda ilk defa, deniz çarşaf gibiydi çünkü… Sonra yaz boyu arkadaşlarımı özlerdim, hoşlandığım çocuğu görmek isterdim ve bunun için Eylül’ü beklemem gerekirdi. Bir önceki sene gıcık olduğum hoca artık geride kalırdı; istatistikten bir daha kalamazdım çünkü o ortaokuldaydı; Eylül bunların hepsini sıfırlardı. Eylül candır ya!
Bu ve bu gibi sebeplerden dolayı ben Eylül’ü her zaman heyecan verici buldum. Hayatımın en büyük kaybının Eylül’e denk gelmiş olması dahi Eylül’le aramı bozamadı, çünkü onun suçu olmadığını bildim. Ben Eylül’ü hep sevdim.
Eylül is the new January!
Yaz tatilinin kabak tadı vermeye başladığı günlerde kendime verdiğim bir söz vardı: “Okulların açıldığı gün sabah 9 buçukta denizde olacağım” demiştim. Sembolik bir anlamı vardı benim için çocukları okula gönderip denize gelmenin. Bodrum’da yaşamanın hakkını vermekti bir kısmı; kendimi ödüllendirmekti geri kalanı… Bayrak törenini hesaba katmadığım için yarım saat rötar yaptım ama kendime verdiğim sözü tuttum, sefam olsun.
Bu hayatta beklemeyi en çok sevdiğim şeylerin başında Eylül ayı geliyor. Bir diğeri de Ece’lerin gelmesi, ama o Haziran’da… Haziran’a kadar gelmelerini bekliyorum, daha geldikleri günden itibaren gidecekleri günün hüznünü taşıyorum, ama sonra gittiklerinde kendimi Eylül’ü bekleyerek avutuyorum.
Aslında genel olarak bir şeyleri beklemekten mutlu olan bir insanım ben. Eğer depresyonda değilsem yani… Beklemekten heyecan duyarım, “yaşama sevinci” denilen şey böyle bir şey benim için. “Yatçaz kalkçaz yatçaz kalkçaz bi şeyler olcak.” Birileri gelecek, biz bir yere gideceğiz, bir şeyler başlayacak, bir şeyler bitecek; her neyse, BİR ŞEYLER DEĞİŞECEK ve bu heyecan verici.
Bu “bi şeyler” gündeme, mevsime, çocukların yaşlarına göre değişebilir. “Ece’ler gelecek” gibi bir yılın olayı ya da “Sobayı yakacağız” gibi mevsimsel bir şey olabilir. Çorap giymeyi özlemişimdir, yorgan örtmeyi bile beklerim. Sonra kıştan sıkıldığımda askılı elbise giymeyi beklerim heyecanla, iple çekerim o günleri; ve gelir o günler de, hiç aksatmazlar neyse ki…
İçimi dökerken de demiştim ya, Eylül yılbaşından çok daha fazla başlangıçların timsali benim için … 1 Ocak’ın başlangıç olması göstermelik bir takvim değişikliği aslına bakarsan. Değişen hiçbir şey olmuyor. Salı’dan Çarşamba’ya geçiyoruz mesela, neymiş, yeni bir başlangıçmış; külahıma anlat sen onu… Salı günü işe gittin, akşam eve geldin, yedin içtin, hatta o kadar içtin ki Çarşamba günü kendine gelmekle geçti; e Perşembe işe gittiğinde aynı e-mailler cevaplanmayı bekliyor. Ya da diyelim öğrencisin; proje ödevin var teslim etmen gereken, yılbaşında haydi hop eller havaya yapıyorsun; iki gün sonra yeniden bıraktığın yerdesin. O yüzden kimse kendini kandırmasın, sırf takvim değişti diye yeni bir başlangıç falan olmuyor.
Ama Eylül öyle mi ya? Koc-ca bir yazı geride bırakmış oluyorsun, yeni bir mevsim başlıyor. Gerçek anlamda bir başlangıç.
Geçenlerde -kendisi de Bodrum’da yaşayan bir arkadaşıma- Bodrum’da yaşamakla ilgili şu tarifi yaptım: “Bodrum’da kışlar yazları, yazlar Eylül’ü bekleyerek geçiyor.”
Ve sonra fark ettim ki bu bekleme hali, yaşamın geneline dair bir şey…
Hayat beklemekle geçiyor. Çocukken büyümeyi bekliyoruz; büyüyünce -eğer istiyorsak- çocuğumuzun olmasını bekliyoruz, çocuğumuz olunca bu kez onun büyümesini bekliyoruz, yazın kışı, kışın yazı bekliyoruz, okulların kapanmasını bekliyoruz, okulların açılmasını bekliyoruz, gurbetteysek memlekete gitmeyi bekliyoruz, memlekete geldiysek evimize dönmeyi bekliyoruz, hastaysak iyileşmeyi bekliyoruz, sevdiğimiz hastaysa iyileşmesini bekliyoruz, sevdiğimiz çok hastaysa acı çekmemesini bekliyoruz…
Hayat bir şeyleri bekleyerek geçiyor…
Böyle düşününce, yaşıyoruz bu hayatı…
Ben de bu sene Eylül ayını coookk bekledim. Okulların açılmasına hiç bu kadar sevindigimi hatırlamıyorum. Bu durumda çocuklarımın büyümesinin ve eskisi gibi söz dinlemeyisleri de etkili. Senin de yazdığın gibi onlara da bir düzen lazım ve benim de kendime ayiracagim vaktimin olması gerekiyor ( akıl sagligimi korumak icin. ) Bir öğretmen olarak velilerin okulların açılmasına sevinmelerine biraz icerlerdim. Geçenlerde benzer sevincleri yaşadığımda biraz şaşırdım açıkçası. Evdeki tek otorite figürü olmak yaz sıcağında hiç çekilmiyor. Okulların açılmasını otorite figürü olarak ogretmenlerine devretmeyi çok sevinçle karşılıyorum.
Diğer taraftan sıcakların bitmesi, mevsimin soğuğa kayması ve evin tüm camlarının yavaş yavaş kapanması, içeriye giren toz ve gürültü miktarının azalması beni sevindiren diğer unsurlar. Ha bir de azalan sıcaklıklar sebebiyle kocama sarilabilmek pahabicilemez. Bunu söylemeden de gecmeyeyim.
Ece Temelkuran'in mevsimlerle ilgili köşe yazısı aklıma geldi...
"Mevsimlerden en merhametlisidir kış..." Sonbaharla ilgili fikrini söyle belirtir Ece:
Sonbahar, başlangıç ve sondur. Niyeyse hep bir şeye karar vermelisindir sonbaharda. Bu yüzden durup denize, denizsiz yerlerde göğe bakılmalıdır hep. "Yağmur yağınca deniz çoğalır mı?" diye sorulmalıdır. Niyeyse...
Yine çok güzel bir yazı, teşekkürler.
Beklemek konusunda yazdıklarınıza çok katılıyorum ama daha da beni "dürten" mevzu biraz Eylül'ün Ocak'tan daha fazla değişim içermesine değinmeniz oldu. Benim için de yaz bitimi daima Ocak'tan daha önemli bir takvim olayı olmuştur.
Aslında eski zamanda takvimlerin mevsimler ve insanı etkileyen döngülerine göre düzenlenmesi söz konusuyken hem tek tanrılı dinler (daha çok Katolik Kilisesi demek lazım) hem de modernleşme ile bu değişiyor/değiştiriliyor, doğal döngüden daha farklı bir yıl yaşamaya başlıyoruz. Bu da insanları ve özellikle doğal değişimlere daha da duyarlı olan kadınları olumsuz etkiliyor diye düşünüyorum.
Eskiden yazın bitişi hatta biraz Ekim- Ekim sonuna sarkan bir şekilde hasat zamanının bitimi bir nevi yılın bitişi kabul ediliyordu. Yaz bitimi ve hasat şenliklerle kutlanıyordu pek çok kültürde. Hatta bu pagan ve Celtic/Gaelic kültürde Samhain olarak başlayıp sonra Halloween/All Souls Eve/Cadılar Bayramı/Ruhlar günü gibi günlere de biraz evrilmiş (bu günlerin tek çıkışı mevsim değil ama çok etkili). Yazın bitimi, gece gündüzün eşit olduğu ekinoks ve sonra yılın karanlık dönemi olan kışın başlangıcı. Kış doğa için uyku hatta bir nevi ölümü de temsil ettiği için kışın başı da bu cadılar, ruhlar vs. konularına da kapı açmış oluyor.
25 Aralık Noel'in de Romalılar'ın günlerin uzamaya başlaması ve güneş tanrısının kazanmaya başladığı gün olarak yorumlanan Sol Invictus adlı, bildiğimiz 21 Aralık ekioksunun kutlandığı büyük bayramının üzerine inşa edildiği söylenir.
Sonra da benzer şekilde baharın gelişi, doğanın canlanışı hayat döngüsü ve doğal takvim için çok önemli ve tüm eski kültürlerde bunun da kutlandığı ayrı ayrı özel günler, bayramlar vs. mevcut, bunlardan günümüze gelenleri de var nevruz gibi. Yine Paskalya gibi dini kutlamaya evrilmiş olan ama yumurta gibi doğum/bereket öğeleri hala içeren ve hatta Easter adı da Eoastre bahar tanrıçasından gelen kutlamalar da mevcut. Hatta eski Roma'da uzun süre yılın başı da Mart ayı ocak değil zaten ve sanki daha mantıklı.
Bizi etkileyen doğa döngüsünü takip etmek, başlangıç ve bitişleri buna göre yaşamak, buradaki önemli değişimleri hevesle "beklemek" de daha doğal, yaşamı (ve ister istemez ölümü) kabullenmiş daha huzurlu yaşamın kıymetini bilen bir durum ortaya çıkartıyor bence. Nereden nereye, ne güzel Eylül geldi diyecekken konu başka bir yere gitti, vesile olduğunuz için teşekkürler...