Aslında, “sınav senesine dair anılarım” diyebileceğim bu serinin iki bölümlük olmasına niyet etmiştim.
İlk yazımda, konuya bakış açımı şöyle özetlemiştim:
Allah bu sınav sisteminin, ve dahası bu eğitim sisteminin, ama en çok da çocukları ciddiyetsizliğe alet eden bu zihniyetin belasını versin. Teşekkür ederim.
O yazı orada bitebilirdi aslında. Sonrasında başka yazıya da gerek kalmazdı. Çünkü bunun üzerine söyleyecek pek bir şeyim yok benim.
Ama bir yandan da var.
O yüzden, bu yazıyı yazmaya niyetlendim. Ama baktım, önce başka şeyler söylemek istiyorum; söyledim:
Artık, sınav senesi anılarımın son bölümünü dökebilir ve yeni yazılara yelken açabilirdim.
Ve başladım. Bu yazıyı yazmaya başladım. Şöyle bir giriş yaptım hatta (bu sırada kendimi bir kürsüde hayal ettim):
Sevgili arkadaşlar! Bugün, burada, bambaşka şeyler konuşuyor olabilirdik! Akıllı telefon ve sosyal medya kullanımının gençlerdeki kaygıyı artırdığından yola çıkan #telefonsuzokullar (#phonefreeschools) diye bir hareket varmış mesela, onu konuşabilirdik. Ya da, üniversite mezunu işsizler ordusuna bakıp üniversite okumaktan vazgeçiyormuş gençler; biz de oradan yola çıkarak eğitimin amacını sorgulayabilir, hâlâ 19. yüzyıl standartlarıyla eğitim vermeye çabalayan okulların nasıl dönüşmesi gerektiğini tartışabilirdik.
Ama yooook… Biz burada oturmuş SINAV konuşuyoruz. LGS’den giriyoruz, TYT’den çıkıyoruz. Çünkü sene olmuş 2024, Yapay Zeka artık resim falan yapıyor, ancak biz hâlâ çocukların başarılı ya da başarısız olduklarına tek vuruşluk merkezi sınavlarla karar veriyoruz.
Bu girişi beğendim; dönünce devam etmek üzere çocukları okuldan almaya çıktım ve sonra bir şeyler oldu. Ne oldu hatırlamıyorum ama olaylar gelişti ve devamını getiremedim. Türkiye olmuştur kesin, ne olacak…
Kafamı toparlamaya çalışırken U.S. Surgeon General’ın, ebeveynlerin delirmekte olduğuna dair bir rapor yayınladığını öğrendim (o “baskı altındalar” diyor). Eh, bu konuda yazmasam çatlardım (ki, daha da yazacağım.) Aynı günlerde Bahar’ın yeni sezonu başladı, tam bir hayalkırıklığıydı. Hemen akabinde Sağlık Bakanlığı’nın normal olan doğaldır mı doğal olan normaldir mi her ne idiyse işte, sezaryenle doğum yapan anneleri “başarısız” ilan eden kamu spotu gözümüze sokuldu. Ben de onlara söylendim.
Tam aklımıza mukayyet olmaya çalışırken, kadına yönelik erkek şiddeti boyut atladı ve “Edirnekapı surları olayı” olarak adlandırılacak olan vahşet meydana geldi. Onu takip eden Mevzular Açık Mikrofon: 6284 Özel programı beni öyle bir doldurdu ki, sabaha karşı dörde kadar oturup yazı yazdım.
Tabii bu arada kendi kişisel gündemlerim devam etti, ne de olsa küçük bir hayatım var benim de birçoğumuz gibi; çocukları okula götürdüm, pazara gittim, halıları yıkamaya verdim, İstanbul’a gidip geldim. Geri geldiğimde aklımda kalanları dökeyim derken bu sefer de Ankara’da terör saldırısı oldu. Olay sırasında artık geleneksel hale geldiği gibi yayın yasağı getirildiği ve internet kısıtlandığı için tam olarak anlayamadık ama sonradan öğrendik ki biri teröristleri taşıyan taksici, biri eşinin evlilik yıldönümleri için gönderdiği çiçeği almaya giden bir mühendis olmak üzere beş insan öldürülmüş, onlarca insan yaralanmış. Türkiye’nin teröre geçit vermeyeceğine dair devlet büyükleri tarafından sözler verildi; ne var ki hemen öncesinde teröristlerin ta kendisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde konuşturulması söz konusu olmuştu. AKP’li bir düşünürün de dediği gibi hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ve o beş insan artık yok.
Bütün bunları listeledikten sonra, oturup da sınavlardan bahsetmek, vay efendim çocuklarımızı kitlesel başarı standartlarıyla değerlendirmeyelim falan demek fuzuli geliyor… Bana geliyor yani bazen, en azından bir süreliğine… Öyle zamanlarda diyorum ki kendime: mahalle yanıyor ben taranıyorum. Açlık, işsizlik, cinayet, savaş, soykırım oluyor, ben oturmuş regl olmaktan, misafir ağırlamaktan bahsediyor, kitap kulübü falan yapıyorum.
Sonra diyorum ki, benim de çapım buna yetiyor kardeşim! Ben de böyle birisiyim. Oturduğum yerden konuşuyorum, n’olmuş yani?! Birilerinin de bunlardan bahsetmesi lazım. Birilerinin de bunları konuşması lazım. Çünkü allah seni inandırsın, kişisel olanın politik olduğu bu dünyada, annelik de, ev içi emek de, okullar da ve hatta keyif çatmak da politik!
O yüzden buradayız. Ben o yüzden buradayım yani, başkasını bilemem.
Neyse, daha fazla uzatmadan konuya gireyim:
Belirli bir şeyi gerçekleştirmek üzere tasarladığınız bir sistem, o şeyi gerçekleştirdiğinde şaşırmayın. Bireyselliği, hayal gücünü ve yaratıcılığı baskılayan, aynılaştırmayı amaçlayan bir eğitim sistemi tasarladığınızda, sonuç bu olursa şaşırmayın.
- Ken Robinson
Bugün burada, ve her zaman her yerde, kitlesel eğitim sistemine dönük yaptığımız her eleştiri, Ken Robinson’ın bu sözü üzerinde yükselebilir. Sınavları eleştirmeye de tam buradan başlayabiliriz…
Başlamadan önce, aşağıda yazdıklarımın öznel deneyimlerim ve çıkarımlarım olduğunu, değil herkese, çoğunluğa bile uyacağını düşünmediğimi hatırlatmak isterim. Gerçi biz bizeyiz burada ama olsun.
1. Düşmanımızı tanıyalım
Kaba bir hesaplamayla, her yıl 1 milyonun üzerinde öğrenci LGS’ye giriyor. Bu öğrencilerin yaklaşık %20’si, sınavla öğrenci alan okullara girebiliyor. Geri kalan öğrenciler orta öğretim başarı puanlarının yettiği ve/veya adrese dayalı yerleştirmeyle Anadolu Liseleri, İmam Hatip Liseleri ve Meslek Liseleri’ne yerleşiyor. (Bu dağılımların 2024’teki rakamsal karşılıklarını görmek isteyenler MEB’in web sitesine bakabilir)
Ortaokuldan sonra tercihini özel okullardan yana yap(a)mayanlar için meslek liselerinin dışında bir Anadolu Liseleri, bir de düz liseler vardı eskiden. Şimdi, düz liselerin hepsi Anadolu Lisesi oldu. İmam Hatipler’in hepsi de Anadolu İmam Hatip Lisesi oldu. Bu üçü arasında, İmam Hatip Liseleri, MEB’in gözdesi… Diğerleri geri bırakılmış, İmam Hatip Liselerine akıtılan ödeneklerden payını alamamış garipler. Haliyle, gerek sosyal olarak, gerekse akademik olarak, sınavla öğrenci alan okulların daha gerisindeler. Sınavla öğrenci alan bir okula girmek bu yüzden önemli: çocuğun üniversite sınavındaki başarısını doğrudan etkiliyor çünkü… Sınavla öğrenci alan bir devlet okuluna girmek daha da önemli, para pul oldu çünkü…
Sınav sisteminin -ve aslında genel olarak kitlesel eğitim sisteminin- halihazırda ayrıcalıklı sınıfların işine yaradığını da hatırlamak gerek. Az sayıdaki iyi okullara, halihazırda iyi okullarda okuyan (ya da okuyabilecek olan), sınavlara hazırlanabilecek maddi ve manevi kaynağı olan (ya da ailesi bu kaynağı zor da olsa yaratabilen) öğrenciler giriyor zaten.
2. Başarı - kime göre, neye göre?
“Başarıyı neye göre tanımlıyorum?” Çocuğu sınava girecek olan her ebeveyn yola çıkmadan önce kendine bu soruyu sorsun bence… “Benim başarı kriterim ne? Çocuğum neyi başarmış olursa tatmin olacağım?”
LGS’ye giren beş öğrenciden sadece biri sınavda ‘başarılı’ olabiliyor. Ancak bir öğrencinin LGS’de “başarılı” olması, hedeflediği okula girebileceği anlamına gelmiyor. 90 sorunun 87’sini doğru yanıtlayan bir çocuk, istediği okula yetecek yüzdelik dilime giremezse kendini başarısız hissedebiliyor. Ve bu çok saçma.
Bizim için başarının tanımı “çocuğumuzun elinden geleni yapması”ydı. Çocuklarımıza da böyle ilettik bunu… Kontrol edebilecekleri tek şey bu çünkü, süreç boyunca ortaya koydukları emek… Geri kalan her şey kontrolünün dışında. Sınav soruları çalınabilir, deprem olabilir, darbe girişimi olabilir, bunların hepsi oldu bu ülkede… Bunlar olmasa, sınavdan hemen önce bir travma yaşanabilir, bir kayıp olabilir, sınav günü hastalık olabilir. Dolayısıyla sonuca değil de sürece odaklanmak doğru geldi bize.
Eğitimciler, özellikle de potansiyel gördükleri çocuklar için, bu bakış açısının biraz fazla romantik ve soyut olduğunu düşünebiliyorlar. Çocuğun bir hedefinin olmasını, hedefi olmazsa boşlukta kaybolacağını söylüyorlar. Bunu anlıyorum. Ve fakat, bu hedef, her çocuk ve her aile için değişebilir. Bizim durumumuzda Bodrum’da sınavla alan tek bir okul vardı, o da %11’lik dilimdeydi. Öğretmenleri daha üst düzey bir yüzdelik dilimi hedefleyebileceğimizi, İzmir’de bir yatılı okula ya da Muğla’da fen lisesine gidebileceğini söylediler. Biz bu fikre sıcak bakmadık. Nihayetinde, Bodrum’daki okula, alabileceği en yüksek puanı alarak girmeyi hedeflemesi konusunda anlaşarak yola çıktık.
3. “Allah iyilerle karşılaştırsın”
Sınav yolculuğunda çocuğa eşlik eden, özellikle de kilit pozisyondaki insanların niyeti ve niteliğinin ne kadar önemli olduğunu çok yakından gördük bu süreçte… Çocuklara “mal” diyen, öğrenciler arasında net bir şekilde cinsiyet ayrımcılığı yapan bir öğretmenin ayrılması ve yerine çocuklara eşit davranan, onları ciddiye alan bir öğretmenin gelmesinin, matematik dersinin “en sevmediğim ders”ten, “en sevdiğim ders”e dönüşmesine sebep olabileceğini gördük. “Çok fazla soru soruyorsun” diyen bir öğretmenin yerine “Soruların oldukça bana gel” diyen bir öğretmenin geçmesi çocuğun sınav başarısını olduğu kadar kendine güvenini de etkiliyor. Bu yüzden, bu zorlu sene boyunca -aslında elbette eğitim hayatı boyunca- babaannemin bu duasını tekrarlayıp durdum ben: “Allah seni iyilerle karşılaştırsın yavrım.”
Okulun sistemin içinden, sisteme hakim ve hızla pozisyon alabilen bir okul olması da önemliydi… Bunu söylerken, çocuklarımın hepsinin devlet okulunda okuduğunu hatırlatmak isterim. Altını oya oya bitiremedikleri eğitim sistemi, devlet okullarındaki tecrübeli (ya da yola yeni çıkmış olan ancak idealist), çocukların iyiliğini önceliklendiren ve sistemin saçmalıklarına karşı hızla şekil alabilecek refleksler geliştirmiş eğitim emekçilerinin yüzü suyu hürmetine dönüyor bu ülkede.
Onlara denk gelmek ve söylediklerine kulak vermek kolaylaştırdı işimizi…
4. Uzun, ince bir yol
Altıncı sınıfın sonunda tedirgin olmaya başlamıştım ben. “Sınav annesi olmayacağım” dediğim noktadan, “Ne zaman çalışmaya başlamalı?” dediğim noktaya gelmiştim zaten. Ancak öğretmenler, altıdan yediye dönen yazdan itibaren test çözmeye başlarsa sıkılacağını, tek bir şey yapmasını söylediler. Bildiniz: KİTAP OKUMASINI.
Yedinci sınıftan sekize geçerken okuldaki kurslar başladı. Böylelikle bir sene sürecek olan maratona başlamış olduk. Gerçekten de çok uzun bir süre bu. Kendilerini, birbirlerini tanımaları, oyun oynamaları, spor yapmaları, yavaş yavaş aileden kopmaya başlamaları gereken çocukların günde kaç soru çözdüklerini konuşmaları için çok erken bir yaş 13. Evet, bizim zamanımızda ilkokulda giriyorduk sınava, ama yemin ederim o bile tercih edilebilir bir şeydi; biz ne olduğunu anlamadan olup bitiyordu hiç olmazsa. 13-14 yaşındaki çocukları sınava zorlamak çok gaddarca bence…
Her iki çocuğumun LGS sürecinde de öğretmenleri aynı şeyi söylediler: En önemlisi son üç ay. Şu yüzden önemliymiş bu: süreç o kadar uzun ki, özellikle de çalışmaya erken başlayan ve aşırı çalışan çocuklar yoruluyorlarmış son üç ayda… Bir çeşit maraton ya bu; sona yaklaştığında, atağa geçecek kadar enerjisinin kalmış olması önemliymiş. Bunu bilmek önemli bir motivasyon oldu bizim için; yorulduğu anlarda bunu hatırlattık: “Şimdi pes etmezsen başarırsın.”
5. Dershane mi, özel ders mi?
Bu sürecin geri kalanı için olduğu gibi, bu da çok bireysel bir karar bence… Çocuğa, ailenin imkânlarına, hedeflenen okula göre değişebilir bu konu. Hedeflediğimiz okul için temel derslerden (ilk dönem sadece matematik, ikinci dönem fen) destek almak yetti bizim durumumuzda… Ancak eğer öğretmenlerin dediği gibi İzmir’i ya da Muğla’yı hedefleseydik o zaman dershane gerekli olacaktı. Ya da mesela, özdisiplini daha kolay bozulabilen bir çocuk olsaydı (annesi gibi!) o zaman sadece okul kursları ve özel ders yetmeyebilirdi. Bu soruya herkese uyan bir yanıt vermek çok zor, herkes kendi durumuna göre karar vermeli.
6. Her kafadan bir ses
Çocuk doğduğu andan itibaren herkesin akıl vermesine, herkesin bir şey sormasına, söylemesine alıştık. Mama verme süt ver, emzik verme damağı bozulmasın, ağlayınca kucağa alma alışmasın bok püsür. Hah işte o koro, çocuk sınava girerken de iş başında…
Örneğin, üniversite sınavına hazırlanan çocuğumuzu neden yurtdışına göndermiyormuşuz. Bunu her duyduğumda kenara para koysaydım, belki de üç çocuğumu birden yurtdışında okutacak kadar para biriktirmiş olurdum. Arkadaşım, yurtdışına gitmek denilen şeyden haberin var mı senin? Olayın sadece pasaportla bitmediğini bilmiyor musun? Ya da birini göndermem, ardından gelen ikisini de göndermemi garantiliyor mu? Peki ben henüz 18 yaşına basmamış çocuğumu yurtdışına göndermek istiyor muyum? En önemlisi, SANA NE?
Benzer bir şeyi, yine sınav senesini geride bırakmış bir anne okurum benimle paylaştı geçenlerde. Çocuğu Robert Koleji’ne yetecek kadar puan almış olmasına rağmen, maddi olarak karşılayamayacakları için göndermemişler. Etraftan “Nasıl olur da yollamazsınız?!” diye tepki almışlar. Nasıl mı yollamazlar? Robert’in seneliği kaç para sen biliyor musun?! Sen mi ödeyeceksin okul ücretini?? Okul ücretiyle bitmediğini biliyor musun peki? Ve yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: SANA NE?
7. Akılsız telefonlar vardır
Bunu biz yapmadık ama yapan ebeveynler olduğunu duydum: sınav senesinde çocuklarına akıllı telefon yerine tuşlu telefon verenler var. Biz yapmadık çünkü pratikte çok kolay değildi bizim için; deneme sınavlarını bile whatsapp’tan gönderebiliyor öğretmenler ve işte bu yüzden #telefonsuzokullar’ı konuşmamız gerekiyordu ama oraya gelemiyoruz bir türlü…
Yine sınav senesi boyunca çocuklarına oyun oynatmayan, sosyal medya hesaplarını kapattıran ebeveynler biliyorum; hoş bence sınav senesi boyunca değil, uzunca bir süre çocuklar uzak durmalı bunlardan (benim çocuklarım uzak durdular mı? Hayır). İrlanda’da, 16 yaşından önce sosyal medyanın yasaklanması görüşülüyormuş. Biz işte anca Roblox’u kapatalım, Discord’a erişim engeli koyalım derken iş başa düşüyor; çocuklarla birbirimize giriyoruz “telefonu bıraaaaaağğğğk!” diye…
Of bu telefon konusu başlı başına bir yazı olmak için taslaklarda bekliyor, cesaretimi toplayınca yazıcam.
8. Sınav buddy’si
Ergen ebeveynliğinin genel olarak yalnız bir tecrübe olduğunu düşünüyorum ben; en azından benim tecrübem bu yönde… Küçük yaştayken okul dışındaki sosyalleşmeler ebeveynlerin eşliğinde yapıldığı için diğer ebeveynlerle bir araya gelmek, dertleşmek, sohbet etmek mümkün olabiliyor. Çocukların yaşları büyüyüp kendi kendilerine takılmaya başladıklarında ebeveynler devreden çıkıyor ve yaşananların normal olup olmadığını tartışmak, başka ebeveynlerin tecrübesini duymak zorlaşıyor.
Geçen sene başıma gelen en iyi şeylerden biri, boyu boyuma, huyu huyuma bir sınav annesiyle arkadaşlık etmek oldu. Küçük oğlu küçük oğlumla yaşıt olan, büyüğü de benim ortancamla aynı anda LGS’ye hazırlanan Aslı’yla sene boyunca dertleştiğimiz yetmezmiş gibi, bir de koca Bodrum’da çocuklarımız aynı okulda sınava girmesin mi? Teşekkürler karma.
9. Abartmamak gerek
Kendimize de, çocuklarımıza da aynı şeyi hatırlattık bu süreçte: Bu bir ölüm kalım meselesi değil. Evet, iyi bir okula girebilmek bir avantaj; ancak girmemek de hayatın sonu olmayacak. Dünyanın hızla değiştiği, dijital öğrenmelerin çeşitliliğinin arttığı, bireylerin tercih ettikleri alanlarda kendilerini geliştirerek şu an adını bile bilmediğimiz mesleklerde uzmanlaştıkları bir çağda yaşıyoruz. Geleneksel anlamdaki okullar ise 200 yıl öncesinin ilkeleriyle, hâlâ sanayi devriminden yola çıkan prensiplerle hareket ediyorlar.
Dahası -yazının başında da söylemiştim (ama yazı aşırı uzun olduğundan tekrar hatırlatayım)- sınav soruları çalındı bu ülkede… O çalınan sorularla bir yerlere gelenler ülkenin kaderini değiştirdiler be!
2024 LGS’sinin fen sorularından biri, sınavdan bilmemkaç ay sonra iptal edildi. Aslında sınavdan hemen sonra eğitimciler itiraz etmişti; hatta hukuki birtakım yollara girişilmişti. Ama MEB o kadar ağırdan aldı ki, soru iptal edilip puanlar yeniden hesaplandığında okullar açılmıştı. Birkaç hafta sonra bambaşka okullara giden çocuklar oldu… Öyle güven olmuyor maalesef bu sisteme…
10. Yol onun yolu
Son olarak şöyle bir şey var ve bu, en zor kısmı… Günün sonunda, bu, onun yolu… Belki çalışmayacak, belki çalışamayacak. “En önemli üç ay” dedikleri o son üç ayda pandemi olmuştu mesela; eğitim online’a dönüp de bilgisayar odaya girince ders mers çalışamamıştı çocuk. Benim sorumluluğum, ona, elimden geldiği kadarıyla imkânları sunmak… Bu test kitabı almak olabilir, dershaneye göndermek olabilir, okul kursuna getirip götürmek olabilir ya da başka bir şey… Onun adına, onun yerine bir şey yapamam ben. Yol, onun yolu…
Kaldı ki bu standardize dayatmalar tamamen bundan ibaret: dayatma… Kimi çocuk daha kolay uyum sağlıyor, kimisi sağlayamıyor. Uyum sağlayamayanın başarısız olduğu anlamına gelmiyor bu; ona iyi gelecek bir yöntemle henüz karşılaşmadığı anlamına gelebiliyor sadece…
Böyle, bu kadar…
Buraya kadar okuduysanız tebrik ve teşekkür ederim; burada yazmaya başladığımdan beri en uzun yazım oldu bu! Ken Robinson’dan alıntıyla başladığım bu yazıyı, yine ondan bir alıntıyla bitirmek isterim:
Okulların asıl işi sınav puanlarını yükseltmek değil, öğrenmeyi kolaylaştırmaktır. … Eğer öğrenciler öğrenmiyorsa, orada eğitim olmuyordur. Başka bir şey oluyor olabilir ama eğitim değildir o.”
Yine dönüp dolaşıp o ‘düşünür’ün söylediklerine geliyoruz: Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şey oluyor.
Ah ah... 36 yaşıma geldim, lise ve üniversite giriş sınav yıllarını hala travmayla hatırlıyorum. Resmen yarış atı kıvamında geçirdim gençliğimi nice arkadaşlarımla birlikte. Ne eğlence, ne keşif, ne hobimiz oldu. Çalış babam çalış, soru çöz babam çöz. Çok şükür iyi liselere üniversitelere girdik hepimiz bir şekilde, güzel mesleklerimiz oldu. Ama çoğumuz işinde gücünde mutsuz. Ben mesela, yıllarımı verip yüksek lisanslar doktoralar yapıp geliştirdiğim kariyerimi çat diye bırakıp bambaşka bir mesleğe atıldım. Meğer bu işi seviyormuşum. 30 yaşımda keşfettim yeteneğimi ve bundan para kazanıp mutlu olabileceğimi. Belki gençken bunu keşfetseydim hayatım çok bambaşka olacaktı. Bilmem kaçgenin bilmem kaçıncı iç açısını hesaplamak yerine kendimi tanısaydım, ne istediğimi oturup düşünseydim.
Ailelerimiz hep bizi korkuyla yönlendirdi. Parasız pulsuz kalmayalım, sağlam bir kariyerimiz olsun, sigortamız olsun da elin avcuna bakmayalım diye. Sanat veya sözel bölüm okumak hayatı çöpe atmak sayıldı. Birçoğumuz istemeyerek doktor, mühendis veya avukat olduk. Hep gelecek endişesi içinde yaşadık daha küçücük yaştan, ne için endişelendiğimizi tam olarak anlamadık hiçbir zaman.
Daha geçenlerde babam dedi ki, kızım keşke seni yarış atı gibi sınavlara koşturmasaydım. Ne gerek varmış o kadar strese, gençliğini yaşayamadın. Ah babacım, sen en doğru bildiğin şeyi yaptın. Ben sana hiç kızgın değilim. Seni şu yaşımda anlıyorum ama giden gençlik gitti tabii. Çocuklarımıza, gençliğmize bakıp iç çekiyorum bazen. Mutlu musunuz?
Oğlum 10.sınıfta, çok şükür ki öyle sorunlu bir ergenlik yaşamıyor ve bize de yaşatmıyor ama zorlandığımız tek konu okul..Senin bu yazını okusa “evet işte, tam de bunu diyorum” derdi kesinlikle..”Yönetmen olmak ve sevdiğim işi yapmak istiyorum” diyor ama hiç ders çalışmak istemiyor, 12.sınıfta çalışacakmış, öncesinde kendini yormasına gerek yokmuş 🤷🏻♀️ Başta çok direndim ama baktım çatışmaktan başka bir şey geçmiyor elime, bari ilişkimiz zedelenmesin dedim ve akışa bıraktım, hakkımızda hayırlısı artık 😊