Kadınların kendilerine dayatılan sınırlar içinde kalmaları, ister zor yoluyla isterse gönüllü olarak orada tutulmaları çok önemlidir. Dolayısıyla, haddini bilip 'erkeğin verimli toprağı' olmayı kabullenen kadınlar melek, iyilik ve kadınlık timsali olarak adlandırılıp yüceltilirken, kendilerine zorla dayatılan sınırları kıranlar da, dönemine göre, cadı, fahişe, feminist vb. vb. olarak damgalanıp aşağılanırlar.
Fatmagül Berktay, Kadın Olmak Yaşamak Yazmak
Çok isteyerek, biraz da sabırsızlanarak anne oldum ben. İlk bebeğimden önce bir kürtajım, bir de düşüğüm vardı. Tekrar hamile kaldıktan otuz sekiz hafta altı gün sonra bebeğim doğduğunda oldukça hazırlıklıydım… Öyle olduğumu sanıyordum daha doğrusu… Ama değilmişim. Ne kadar istekli olsa da hazır olamayabiliyormuş insan… Olmaması normal olabiliyormuş hatta…
“Böyle bir uykusuzluğun mümkün olabileceğini bilmiyordum” diyordum doğumdan sonraki haftalarda… Birkaç saat kesintisiz uyuyabilmek için birçok şeyden vazgeçebilirdim. Kesintisiz uyku Bahamalar’a tatile gitmekle eşdeğer, hayal gibi bir şeydi uzun bir süre… Hatta Bahamalar’a gitmek daha bile gerçekçiydi: o zamanlar Miami’de yaşıyorduk ve uçakla bir saatlik mesafedeydi Bahama adaları…
“İnsan uykusuzluktan ölür mü?” diye sorduğunu söylüyor Elizabeth Sankey, oğlunun doğumundan kısa bir süre sonra götürüldüğü acil servisteki hemşireye… “Hayır” cevabı vermiş hemşire, ama ikna olmamış Sankey. O kadar uykusuzmuş ki, ölebileceğini sanıyormuş gerçekten. Onu anlıyorum.
Elizabeth Sankey, Mubi platformundaki Cadılar belgeselinin yapımcısı, yönetmeni ve anlatıcısı. Sankey’nin, oğlunun doğumunun ardından yaşadıklarını, benzer süreçlerden geçen kadınların yaşadıklarıyla harmanlayan bu belgesel filmi çok etkilenerek, iki kez izledim. Birincisi, Mubi’nin öngösterim daveti üzerine, diğeriyse, kendi küçük “cadı meclisi”mdeki kadın arkadaşlarım ile birlikte…1
Sankey yaşadıklarının ardından belgeseli çekme gücünü bulduğu zaman oğlu üç yaşındaymış. Belgeselde hikâyelerini paylaşan ve bazıları Sankey’le aynı dönemde hastanede yatan kadınların bir kısmının aksine, kendisi doğum sonrası psikoz yaşamamış. Kadınların çoğu da yaşamazmış zaten; doğum sonrası psikoz yaşayan kadınların oranı binde bir, doğum sonrası depresyon yaşayan kadınların oranı onda birmiş. Ben de dahil kadınların büyük bir çoğunluğunun (yüzde 75) yaşadığı, bu iki vakaya göre daha hafif seyreden “lohusa sendromu” imiş.2
Doğum sonrası psikozun neye mal olabileceğini, bu belgeselde zikredildiğinde aile fotoğrafı gözümün önüne gelen bir isimle hatırladım: Andrea Yates. Hâlâ Teksas’ta bir akıl hastanesinde tutulan Yates, 2001 yılında beş çocuğunu küvette boğarak öldürmesiyle tarihe geçmişti.
Ben o zamanlar Amerika’da yaşayan -ve dolayısıyla olayın ayrıntılarını yerel basından anlık olarak takip eden- henüz iki senelik evli, annelikten çok uzak (beş sene uzak), 25 yaşında genç bir kadındım. Herkes gibi bu olayı dehşetle karşılamış ve yine çoğunluk gibi olayın arka planına dair hiçbir düşünce geliştirmemiştim. Kendisi de hemşire olan Yates’in daha önce dört intihar girişimi olduğunu, dördüncü çocuğunun doğumundan sonra bir gün “Kendimi hiç iyi hissetmiyorum” diyerek işten eve çağırdığı eşi Rusty’nin “Orada rahat hissediyor” diye Andrea’yı anne babasının yanına götürdüğünü, Andrea’nın orada babasının ilaçlarını içerek intihara teşebbüs ettiğini ve kaldırıldığı akıl hastanesinde doğum sonrası psikoz tanısı aldığını bilmiyordum mesela. Dört çocuk babası Rusty Yates’in o güne kadar bir kere bile bez değiştirmediğini de bilmiyordum (hoş, bilseydim de garip karşılar mıydım o zamanlar, emin değilim). Bu olayın üzerine, Andrea’nın psikiyatristinin Rusty ve Andrea’ya “artık çocuk yapmayı bırakmaları gerektiği”ni söylemesinin ardından Andrea’nın beşinci çocuğuna hamile kaldığından da haberim yoktu… Bildiğim, Andrea Yates’in, aklını kaçırdığı ve çocuklarını öldürdüğüydü. Ve bu doğruydu, Yates gerçekten de çocuklarını -anlattığına göre büyük bir soğukkanlılıkla- tek tek boğmuş, sonrasında polisi, ardından da eşini arayarak suçunu itiraf etmişti. Yıllar sonra aklı dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle idam cezasıyla yargılanmaktan kurtulacak ve akıl hastanesine yatırılacaktı.
Gerek Andrea Yates’in, gerekse ondan iki sene sonra yine doğum sonrası psikoz sebebiyle İngiltere’de birkaç aylık bebeğiyle birlikte kendini de öldüren Daksha Emson isimli (üstelik psikiyatrist olan!) kadının yaşadıkları, “delilik” denilip geçilemeyecek kadar önemli bir soruna işaret ediyor: Psikoz, doğum sonrası kadınlarda, normal popülasyona göre çok daha hızlı ve şiddetli bir şekilde ilerliyor, onları (ve etrafındakileri, en çok da çocuklarını) daha kırılgan hale getiriyor.
İşte Elizabeth Sankey’nin, kendi yaşadıklarını, başka kadınların deneyimleriyle birleştirdiği bu belgesel, bir çeşit iade-i itibar girişimi aynı zamanda… Doğum sonrası girdiği alaşağı ruh halinden çıkamayan, “böyle yaşayacağına ölmeyi tercih eden” kadınların yanı sıra, toplumun beklentilerine uymadığı için “cadı” yaftası yapıştırılarak yüzyıllar boyunca öldürülen kadınların itibarının iadesi...
“O kadınlar bizden çalındı”
Sankey’nin bu belgeseli, anne olduktan sonra kadınların yaşayabileceklerine ışık tutarken, dünya tarihinin karanlık perdelerinden birinin, daha geniş kitlelerin gözü önünde aralanmasına vesile oluyor: Yaklaşık dört yüz yıl boyunca Avrupa’da, aralarında ebelerin ve şifacıların da olduğu 50 binden fazla kadının, erkek iktidar sahiplerinin öncülüğünde yok edildiği cadı avları…
On beşinci yüz yılın sonlarına doğru, Almanya’da cadılığın kökünün kazınması için Papa’dan aldıkları fermanla yola çıkan iki rahip, “Cadıların Kafasına İnen Balyoz” adlı bir yapıt yayımlamış. Gerek Cadılar belgeselinde geçen, gerekse bu yazıya başlık olan “Çok kadının olduğu yerde çok cadı olur” sözü işte bu yapıttanmış. Takip eden yaklaşık üç yüz yıl boyunca bu yapıtı rehber edinenlerin başını çektiği ve Avrupa’yı etkisi altına alan cadı avları sırasında, “şeytanın yeryüzündeki suç ortakları” olduklarına inanılan 50 bin kadın3 (ve onların oğulları ya da kocaları olan daha az sayıda erkek) yakılarak, asılarak, taşlanarak öldürülmüş.
Her ne kadar cadı avları, “kiliseye bağlı üniversite eğitimi almış erkek doktorların, geleneksel kadın ebe/şifacının rekabetinden duydukları tehdit” sebebiyle ortaya çıkmış olsa da, yerleşik düzene tehdit olarak görülen her kadının cadı ilan edilmesi söz konusuymuş. Prof. Dr. Fatmagül Berktay, bu tespiti yaptığı Tarihin Cinsiyeti adlı (bence şaheser!) kitabında tipik cadıyı, “41-60 arasında, evli ya da dul, sivri dilli ve bağımsız hareket edebilen” kadın olarak tarif ediyor (Bu durumda birçok kadın gibi meğer ben de cadıymışım!). O dönemlerde ebe kadınların, gizemli bir olay olarak görülen doğuma dair özel güçlere sahip olduğu düşünülür, büyü yapmayacaklarına dair yemin etmeleri istenirmiş. Genel endişe ebe ve/veya şifacı kadınların hastalıkları iyileştirememeleri değil, şeytanla işbirliği yaparak iyileştirdikleri yönündeymiş.
Şifacı kadınların tıbbi bilgisi yanlış, geçersiz, işe yaramaz olduğu için dışlanmadı; kadınların kendileri de sapkın, cahil, eksantrik, tuhaf değildi. Olan şey, bilimin ve tarihin ataerkil ideoloji ile biçimlenen ayrımcı ve ayrıştırıcı işleyiş ilkeleri yüzünden, kadınların ve kuşaklardır ellerinde olan tıbbi bilgilerin, belirli bir tarihsel dönemde, tıp alanından kovulmasıydı.
diye yazıyor Nihan Bozok, modern tıp tarihinde kadınlara yer verilmediğini ortaya koyan makalesinde4… Bu kadınların tarih sahnesinden silinmesi bireysel kayıpların çok ötesinde bir yitimmiş; çünkü bu kadınlarla birlikte “kadın şifacıların kuşaklardır birbirlerine, neredeyse tamamen sözlü olarak aktardığı şifalı bitkilerin ve sağaltımın bilgisi” de yok edilmiş.
Cadı oldukları için değil, kadın oldukları için…
Cadılar belgeseli, yüzyıllarca süren cadı mahkemelerinin, bugün hâlâ devam eden kadın düşmanlığının (mizojini) temelini oluşturan korkunç bir miras bıraktığına dikkat çekiyor.
Elizabeth Sankey, bu belgeselle kendi yaşadığı deneyimden yola çıkarak tarihe bir not düşüyor. Bu uğurda hayatını kaybeden, kendi hayatını sonlandıran, yaşamaya devam edemeyen, “böyle yaşayacağına ölmeyi tercih eden” kadınların hatırasına bir selam veriyor. Her ne kadar yaşadıkları Andrea Yates’inkinin yakından geçmese de, “yanlış zamanda yanlış yerde olsaydı” başına neler gelebileceğini biliyor: “Eğer o dönemde yaşamış olsaydım, muhtemelen ben de şeytan kabul edilir ve öldürülürdüm.” Çünkü bütün o kadınlar cadı oldukları için değil, kadın oldukları için öldürülmüş.
“... yeni annelerin, diğer annelerin seslerini duymaya, deli ya da yalnız olmadıklarını bilmeye çok ihtiyaçları var.”
der Harriet Lerner Anne Dansı’nda…
Hiçbir kadının kendini deli ya da yalnız zannetmediği, her kadının yardım alabilecek gücü bulabildiği bir dünya mümkün olmalı…
Not: Başıbozuklar Kitap Kulübü’nün Aralık ayı buluşması Orna Donath’ın Annelikten Pişman Olmak kitabı etrafında, 25 Aralık’ta gerçekleşecek. Katılımcıların kitabı okuması ne güzel olur; ancak okuyacak vakit bulamayan ya da ‘karanlık bir konu’ olduğu için okumak istemeyenlerin de katılmasını dilerim. Ayrıntılar burada, kayıt işlemleri burada.
Cadılar belgeselinden birkaç hafta önce Biriktirdiklerim’de de kısaca bahsetmiştim. Bu yazıyı tamamen kendi isteğim doğrultusunda ve kimseden herhangi bir ücret almadan yazdığımı da ekleyeyim de sonra şey olmasın.
Bu rakamları, Andrea Yates davasını detaylandıran şu yazıdan aldım.
Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti kitabında en ihtiyatlı araştırmacıların bu rakamı 100 bin olarak verdiğini söylüyor.
Nihan Bozok, “Avrupalı Cadıların Bostanları, İstanbullu Kocakarıların Çiçek Aşısı ve Cinchon Kontesinin Kınakına Ağaçları: Modern Tıp Tarihi Kadınları Neden Yazmadı?” Fe Dergi 10, no. 1 (2018), 139-148.
Şifacı bir çok kadın cadı olmakla suçlanmış, halbuki suçlayanlar hep şeytan değil miydi. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Çok güzel bir yazı . Kitabı olsa okurum öyle güzel bir yazı . Teşekkürler.