“İşte burada duruyorum, başka türlüsünü yapamam”.1
Her şey bundan yaklaşık 10 gün önce başladı.
Yukarıdaki fotoğrafı çektirdikten yaklaşık bir saat sonra, o arkadaki masmavi denize girdim. Sabah belimin sağ tarafında, arada bir bıçak gibi saplanan bir ağrıyla uyanmıştım. Hava serinceydi, rüzgarlıydı ama deniz çok çekiciydi ve hem belki ağrım da geçerdi; ondan kurtulmak için de yüzdüm. Yüzmenin iyi geleceğini düşünüyordum, soğuk suda yüzmenin kötü geleceğini düşünemedim.
Çıktığımda, rüzgar iyice kuvvetlenmişti. Islak durmayayım dedim; denizden çıkıp duş için jeton almak üzere kasaya, oradan dönüp havlumu almak için masaya, oradan yeniden kasaların arkasındaki duşa ve giysilerimi almak için yine masaya, son olarak duşların oradaki kabine yürüdüm. Toplamda üç dakikadan fazla sürmemiştir oradan oralara yürümem. Ama i-i-i-i-i-na-nıl-maz sert bir rüzgar vardı. Ama oldu bitti diye düşündüm; sonrasında hırkamı şalımı, neyimi varsa sarındım, güneşe oturup ısındım.
Derya’nın okul çıkışında arkadaşımıza gittik. Belimin ağrısı artmıştı, acaba eve mi gitsem diye düşündüm ama plan yapmıştık artık, hem Cuma günü eve gidip ne yapacaktık, çocuklar oynasındı, biz de sohbet edelimdi. Gittim.
Sohbet, muhabbet, çay kahve, koşturan çocuklar derken belimin ağrısı hadsiz bir şekilde ilerledi. Hadsiz diyorum, çünkü bir belin bu kadar ağrıyabileceğini bilmezdim.
Mecbur Derya’yı alıp eve döndüm. Her gün gittiğim 20 dakikalık yolu kaç dakikada gittim, vitesi nasıl sol elimle değiştirdim, eve geldiğimde arabadan nasıl indim, bir ben, bir Derya biliriz. Bi de beni arabadan indirmeye çalışan Doğan.
Şimdi fark ediyorum ki, eve dönmekte ısrarcı olmak yerine o an ambulans çağırıp hastaneye gitmem en iyisi olurdu. Aslında denizden çıkar çıkmaz arkadaşıma değil, eve gitmem, ve hatta o rüzgarda denize girmemem, hava dingin de olsa belim ağrırken soğuk suda yüzmemem, e belimin ağrımaması için bir önceki gün Deniz’in bavulunu kendi kendime bir kat aşağı indirmemem, ondan önceki hafta Deniz’in odasındaki halıyı yüklenmemem, daha da geriye gidecek olursak 8 kiloluk çamaşır makinesinde yıkanınca bilmemkaç kilo olan çamaşırları haftada bilmemkaç kere yukarı çıkarmamam, eh, kış boyu odun taşımamam falan gerekirdi ama işte o kadar geriye gidemedim.
O günden sonra tamı tamına 13 gün yattım. Doktor randevuları, ağrı kesiciler, çift görmemi sağlayan kırmızı reçeteli iğneler, MR arayışları, daha iyi olduğumu hissedip dikilince yeniden kasılıp başladığım yerlere dönmeler derken, dün, korktuğum gibi bir bel fıtığımın olmadığını, yani aslında fıtığımın olduğunu ama sıkıntımın ondan değil, kas spazmından kaynaklandığını öğrendim.
Meğer ben yel almışım.
Meğer eskiler ‘cereyanda durma’, ‘üzerine yelek giy’, ‘rüzgar çarpar’ falan derken bir bildikleri varmış.
Ha, fıtığım var, hem de iki tane, ama birine ‘fıtıkçık’ ve birine de ‘pıtırcık’ diyebileceğimiz kadar; hayatımı -henüz- etkilemeyecek ancak minik, miniminnacık bir (aslında iki) Demokles’in Kılıcı gibi tepemde sallanacak kadar. Yolun bundan sonrasına onlarla devam edeceğiz yani. Tamam, kabul. Ben o fıtıkların patlamama ihtimalini sevdim.
Sırtımın kilitlenmesinin ardından görüşmeye gittiğim ve bacağımdaki uyuşmadan bahsedince fıtıktan şüphelenen fizyoterapist bana ‘tuvalet ve yemek’ dışında yataktan çıkmamamı tembihledi. Bir an için, ‘oha, resmen dinlenicem lan!’ dediysem de hapşırdığımda bıçak darbesi yemişim gibi hissetmeme sebep olacak, yatakta sağdan sola dönmeme, saçımı taramama, uzanırken kitabı dahi tutmama izin vermeyecek şiddetteki ağrım dinlenmeme izin vermedi. Hatta bence, ‘aman ağrımasın’ diye, ‘ameliyat olmak istemiyorum’ diye sopa gibi yattım, kendimi daha çok kastım ve bu süreci uzattım; bunu doktorlar değil ben söylüyorum, evet bence öyle oldu.
Neyse, madem zorunlu yatak istirahatim vardı, o zaman yattığım yerden üretirdim. Kendime iki haftalık içerik üretecek, hem bu haftanın, hem de seyahatte olacağım önümüzdeki haftanın yazılarını yazacaktım.
Başıbozuklar Kitap Kulübü’ne, 23 Mayıs’taki Bu Ev İşlerini Kim Yapıyor Kuzum? ve 4 Haziran’daki Değişme İsteği: Erkekler Erkeklik ve Sevgi kitaplarının ardından Eylül’e kadar ara vereceğimi, Eylülden itibaren feminizm konulu bu kitaplara ebeveynlik ve ‘kendine-yardım’ adı altındaki kitaplar da ekleyerek kulübü yeniden düzenleyeceğimi söyleyecektim.
17 Mayıs’ta Adana’da, 20 Mayıs’ta Mersin’de, 21 Mayıs’ta Tarsus’ta Meğer Ben Feministmişim bahanesiyle Blogcu Anne okurlarıyla buluşacağımı, gelebilen herkesi beklediğimi haber verecektim.



Sadece bunları yapmakla kalmayacak, biriken yazılarımı organize edecek, defterlerimdeki yazıları Evernote’ta dosyalayacaktım. Podcast’ler dinleyecek, filmler izleyecektim. Ay resmen aşırı üretken olacak, bir sürü şey izleyecek, öğrenecek, kendimi geliştirecektim!
Bunların hiçbirini yapamadım.
Kitaba dahi uzanmama izin vermeyen belim, bilgisayarımı kucağıma almama da müsaade etmedi.
Ben de Bahar izledim. Öyle, boş boş... Daha önce izlediğim bölümleri, 1’den 11’e kadar tekrar izledim. Ama nasıl izlemek… Durdura durdura, döndüre döndüre izledim. (Telefondan izledim, çünkü kolumu ancak o kadar uzatabiliyordum)
Annem yeni bir dizi izlememi önerdi ama oralı olmadım. Şimdi Sandık Kokusu’na başlasam, sonra onu beğenmesem, ya da allah muhafaza beğensem ve devam etmek istesem, haftada bir gecemi daha mı diziye gömecem? Yok bacım, dizi kontenjanımı Bahar’la doldurdum ben.
Ayrıca -ve bilmiyorum bunun psikolojide bir adı var mı- ama yeni bir şeye başlayıp beğenmeme riskiyle karşı karşıya kalmaktansa, bildiğim ve sevdiğim bir şeyi yeniden izlemek daha garantili gelmiştir hep bana. Bu yüzden Yüzüklerin Efendisi’nin her biri 3,5 saatten oluşan filmlerinin her satırını baştan aşağı ezberlemiştim mesela (çocuklarımız yoktu o zaman). Zevk aldığım bir şeyden yeniden zevk almak varken, zevk alıp almayacağımı bilmediğim bir şeyle risk almaya ne gerek var? Hayat kısa, kuşlar uçuyor aloooo?
Ve böylelikle dinlendim. Bomboş durup, kendimi sıfır geliştirip, hiçbir şey üretmeyip dinlendim.
Bir yandan da bu dinlenmenin, bir şey üretmemenin, bir işe yaramamanın ve tüm bunları yaparken (daha doğrusu hiçbir şey yapmazken) birilerine yük olmanın getirdiği hisleri incelemeye çalıştım. Ama çok da incelemedim çünkü ‘sen kendini dinlendirmezsen bedenin seni dinlendirir, hem de en olmadık zamanda’ gibi bir söz dolanıyor internetlerde…
Yav he he demek istiyorum. Dinlenecek zaman/durum/fırsat vardı da biz mi dinlenmedik? Harvard vardı da biz mi gitmedik?
Bu süreçte görüştüğüm doktorlar bana hep ağır kaldırıp kaldırmadığımı sordu. Onlara ağrımın başlamasından bir gün önce Deniz’in bavulunu kendi kendime bir kat aşağı indirdiğimi, ondan önceki hafta Deniz’in odasındaki halıyı yüklendiğimi, daha da geriye gidecek olursak 8 kiloluk çamaşır makinesinde yıkanınca bilmemkaç kilo olan çamaşırları haftada birkaç kere yukarı çıkardığımı, eh, zaten kış boyu odun taşıdığımı… falan söylemedim. “Ben hep ağır bir şeyler taşıyorum ki?” de demedim. “Yakın zamanda kaldırmadım” dedim. Bir gün önce Deniz’in bavulunu indirdiğimi sonradan hatırladım çünkü.
Doktorum çalışıyorsam bana istirahat yazabileceğini söyledi. “Ev işi ve çocuklar…” dedim. “Bunlardan istirahat yazabilirseniz, tabii…”
Resmi bir evrak vermedi ama çocukların idare etmeleri, benim de dinlenmem gerektiğini söyledi.
Benim ‘dinlendiğim’ ilk hafta boyunca benim yapamadığım tüm işler Doğan’ın üzerindeydi. Doğan şehir dışına gidince devreye çocukları götürmek için babamın, çocukları okula hazırlamak için annemin, evi toparlamak, banyoma yardımcı olmak, benim bakımımla ilgilenmek için yine annemin, tek başına idare edemeyecek yaştaki çocuğumun okuldan eve, bazı günler kursa ulaşmasını sağlamak için de bir sürü arkadaşımın devreye girmesi gerekti. Yani benim normalde tek başıma yaptığım işleri, çoğu kadın bir sürü insana delege etmem gerekti (ve evet, delege edecek insan bulduğum için çok şanslı olduğumu biliyorum). Ha, bu kadar insana neden gerek oluyor sorusunun yanıtı, bu kadın(lar)ın sırtı neden kitleniyor sorusununkiyle aynı: aşırı yüklenme.
Benim aşırı yüklerimi yüklenen insanlarımın bir istisna hariç (babam) hepsinin kendi hayatlarında aşırı yüklenen başka kadınlar olmasına ne demeliyiz peki? Ben şöyle diyorum ki: bu süreçte (kelimenin gerçek anlamıyla) elimden tutan, elimden tutup doktora götüren, yattığım yerde önüme yiyecek içecek getiren, sıcak su torbamın doldurup değiştiren, ilaçlarımı süren, doktor randevularıma yardımcı olan, kendi kendine idare edemeyen çocuğumu getiren-götüren-oyalayan-ona bakım veren, bunları yapamasa da yanımda olan, arayan, soran, endişelenen, mesaj atan…ve şu an kelimelere dökemediğim bir şekilde yanımda olduğunu hissettiren (neredeyse hepsi kadın olan) canım insanlar - siz benim bu yazıda ismi geçmeyen kahramanlarımsınız. Olmasaydınız ayağa kalkamazdım.
MR’dan sonra görüştüğüm diğer doktor bana belimde fıtık olduğunu ama ameliyattan çok uzak olduğumu, sırtımda kas spazmı olduğunu, eklemlerimi kuvvetlendirmem gerektiğini, booool bol yüzmemi, pilates yapabileceğimi ama öne eğilmeden yapmamı, kadınların ağrı eşiğinin daha yüksek olduğunu ve bunun da yanıltıcı olduğunu, bu yüzden yerden bir şeyler kaldırırken mutlaka dizlerimden eğilmem gerektiğini söyledi. Ve ekledi: “Efeler gibi oturup kalkacaksın.”
MR’larımın beklediğimizden çok daha iyi çıkmasının verdiği moral, beyin cerrahı doktorumun ‘ameliyattan çok uzaksın’ demesinin verdiği gaz, ve fizyoterapist doktorumun yaptığı kortizon iğnesinden aldığım yetkiye dayanarak eve gelince ben de tam olarak öyle yaptım.
Önce beni doktora götüren arkadaşımla bir şeyler yiyip içtim. Arkama yastık koyarak tabii ki…
Sonra gidip kendime bir manikür pedikür ısmarladım. Yine arkamda yastık vardı…
Eve geldim. Efeler gibi Derya’nın odasını topladım. Yerleri süpürdüm ama koltuğun altını alırken eğilmedim, Efeler gibi çömeldim. Üzüm’ün ben yattığım sırada bahçede biriken kakalarını topladım, Efeler gibi. Bavulumu Efeler gibi hazırladım ama yere indirmesi için Deniz’den yardım istedim. Falan.
“Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum” dedim anneme. Saçımı tarayabiliyor, banyo yapabiliyor, arabaya nefesim kesilmeden binebiliyor, sağ elimle vites değiştirebiliyorum.
Aslına bakarsan, çok da bir şey değişmedi hayatımda. Nasreddin Hoca’nın eşeğini kaybedip bulması gibi, ben de iki hafta önceki halimi -yeniden- buldum.
Tek farkım, artık Efeler gibiyim.
Luther’den aktaran Svend Briknman, Olan Biteni Kaçırma Keyfi, İletişim Yayınları. Her ne kadar Luther bunu, hayata karşı erdemli bir duruş sergilemeye dair söylemiş olsa da, ben, hiçbir şey yapamadan durduğum geçmiş iki haftayı böyle hatırlayacağım.
“…internetlerde…” cümlene efeler gibi güldüm kafenin birinde, millet dönüp baktı. Ne vardı dedim, efeler gibi heeeey.
Gelmiş geçmişler olsun Elif, çok çok sevindim yazının sonunda sadece dikkatli olman gereken bir fıtık durumun olmasına, çünkü yazının başlangıcında epey korktum kötü bir şey mi oldu yoksa diye... Oh be, artık doktordan reçeteli, efe efe gezebilir(iz)sin ;)