“Bir devleti hiçbir şey yenilik kadar rahatsız etmez: Değişiklik hep kötülüğe ve zorbalığa yol açar.” - Montaigne
19 Mart 2025 sabahı erkenden uyandım. İstanbul’daydım. Bir önceki gün boğaz sırtlarındaki, tartışmalı olduğu dahi unutulan bir otelde düzenlenen, “Bakım Emeği ve Zihinsel Yükün Beyaz Yakalı Çalışanlar Üzerindeki Etkisi”ni ortaya koyan akademik bir araştırmanın lansmanına katılmıştım. Böyle afili bir başlığı da olsa, kurumsal bir firmanın desteklediği bir araştırmaya mesafeli durarak gittiğim etkinlikten olumlu izlenimlerle ayrılmış, gece boyunca kafamda döndürdüklerimi yazıya dökmek üzere erken kalkmıştım.
Gece boyunca kafamda döndürdüğüm tek şey “bakım emeği ve zihinsel yük” değildi oysa.... Lansmandan sonra sevgili bir arkadaşımın evinde yemeğe gitmiştim; oradan dönüşte, tam uyuyacakken gördüm Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edildiğini… Olur muydu olmaz mıydı, nasıl olurdu derken, haberleri takip etmek için elimde telefonla gittim yatağa. Biraz Twitter’a baktım; sonra Instagram’a döndüm, Insta çalışmayınca “telefon odada çekmediği için” diye düşündüm, “sabah bakarım” diyerek uykuya daldım.
Sabah uyanır uyanmaz, daha tiroid ilacımı içmeden telefonu elime aldım. Instagram hâlâ çalışmıyordu. Kalkıp salona gittim çeksin diye, Twitter da çalışmıyordu. Bir işler döndüğünü anladım. “Herhalde” dedim, “İmamoğlu’nun diplomasının iptali hakkında yayın yasağı getirdiler.” Bunu böyle düşünebilmiş olmam ne üzücü, değil mi? Nasıl bir şartlanmışlık, nasıl bir kabullenmişlik!1
Oysa daha da akıl almaz bir durum vardı: İktidar, sabahın köründe otobüslerce polisle Ekrem İmamoğlu’nun evinin kapısına dayanmış, sadece onu değil, İstanbul genelinde 100’den fazla insanı gözaltına almıştı.2
Bu haberi görmemle birlikte, tarayıcımdaki, bakım emeği araştırmasının sonuçlarının da olduğu sekme öylece kaldı. O sekmeyi hâlâ kapatmadım, duruyor. Ama onu yazıya da akıtamadım. Onun yerine, yeni bir sekme açıp bu yazıyı yazmaya başladım. Bakım emeği yayınımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz müsait bi zamanda...
19 Mart’tan bu yana, Türkiye’nin, dünyada belki de “Türkiye” isminden daha çok bilinen İstanbul adındaki, birçok Avrupa ülkesinden büyük olan şehrinin belediye başkanı, kurmaylarıyla birlikte cezaevine konuldu. O kurmaylar ki, 2019’dan bu yana şehrin yüzünün kültür-sanata dönmesini sağlamışlar, emeklilerin, öğrencilerin, yoksulların karınlarını doyurabileceği kent lokantaları açmışlardı.
Vatandaşların, başta İstanbul olmak üzere, ülkenin birçok şehrinde, toplantı, yürüyüş ve eylem yapma hakkı yok sayıldı; bir araya toplanan gençler, barışçıl bir şekilde dağılırlarken burunlarının dibine biber gazı sıkıldı. O haklar ki, anayasal güvence altına alınmışlardı.
Sadece bugün, 7 (yazıyla YEDİ) gazeteci tutuklandı. O gazeteciler ki, tek suçları 19 Mart’tan bu yana düzenlenen protestoları takip edip haberleştirmek, yani işlerini yapmaktı.
Herkes gibi, ben de başka bir şey düşünemez, izleyemez, konuşamaz durumdayım. Kafamın içindeki düşünceleri derli toplu bir şekilde bir araya getirmek gerçekten çok zor. Son dakika haberleri o kadar çabuk değişiyor, gelişmeler o kadar hızlı eskiyor, her şey o kadar baş döndürücü bir hızda ilerliyor ki, kelimeleri anlamlı bir şekilde toparlamak için çok uğraşıyorum.
Biz Bu Filmi Daha Önce Görmüş Müydük?
Kavramları kategorize etmek, benzerlikler veya ikilikler üzerinden değerlendirmek olayları anlamlandırmamızı kolaylaştırıyor. Dolayısıyla 19 Mart siyasi darbesine tepki olarak gelişen protestoları Gezi direnişine benzetmek, en azından başlangıçta, birçoğumuzun yaptığı bir şey oldu.
Ancak siyaset bilimciler, şu an içinden geçmekte olduğumuz sürecin Gezi direnişinden çok farklı olduğunu anlatıyorlar. Öyle dedi yani Sabancı Üniversitesi akademisyenlerinden Berk Esen, İstanbul’dayken katıldığım ikinci gün dışında Bodrum’da ekrana yapışarak izlediğim Saraçhane buluşmalarının ardından yayınlanan yorum programlarından birinde.
Ki, bu benzetmenin gerekliliğinin günlük hayatımız açısından çok da bir önemi yok. Zaten de oraları çoktan geçtik. Bu satırları yazdığım an itibarıyla Özgür Özel Saraçhane’de, 19 Mart’tan bu yana düzenlenen nöbet buluşmalarının sonuncusunda, o günden beri gerçekleştirilen protestolarda, polis saldırılarının ardından gözaltına alınan yüzlerce kişinin, İstanbul’daki hapishanelerde yer kalmadığı için civar illere gönderildiğini anlatıyor.
Sessiz kalmak, ses çıkarmamaktan daha zor.
Bütün bunlar olurken, yani, dünyanın en büyük şehirlerinden birinin, belki de en çok denetlenen belediyesinin başkanı, ve aynı zamanda ülkeyi 25 yıldır yöneten kişinin en büyük rakibi tutuklanıp cezaevine konulur, halihazırda yerlerde olan ekonomi bu süreçte daha da büyük darbe alır, ülkenin üniversiteleri ayaklanıp, hayatlarında ilk kez eyleme giden 18-19 yaşında çocuklar tutuklanırken sessiz kalmak çok zor. Benim için çok zor en azından, birçok kişi için de öyle olduğunu biliyorum.
Ses çıkarmak bir refleksse, sessiz kalmak da bilinçli bir tercih. Daha da bilinçli olanı, ses çıkarmadan duramayacak kadar sıkışan kesimler üzerinden, onların ses çıkarmalarına sebep olan güç sahiplerine hizmet etmek. Özgür Özel’in sözlerini ödünç alacak olursam, “Meydanı görmeyip, meydandan para kazanmak.” Bazı bilinçli tercihler...
CHP liderinin iki gündür açıkladığı boykot listesine baktım da, ben zaten bahsettiği markaları ya hiç kullanmamışım ya da zaten Gezi’den beri kullanmayı bırakmışım. Orada yayınlananlara ek olarak, Kızılkayalar’a gitmem, Mado’ya adım atmam; Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünü karikatürize edebilen Salih Memecan’la çalışıp, koleksiyonundan gökkuşağını çıkaracak kadar homofobik olabilen LCW’den alışveriş yapmam… Ay resmen meğer ben boykotçuymuşum!
Çapulcu olduğumuz yetmedi, marjinal olduk kesmedi, feminist olduğuma da sonradan aydım, şimdi de boykotçu olduğumu öğrendim! Neyse, geç olsun, güç olmasın.
“Artık Geri Dönüşü Olmayan Bir Yola Girdik”3
Böyle der Beyaz Gandalf, Aragorn’a, Yüzüklerin Efendisi serisinin İki Kule filminde… Rohan’lıların Miğfer Dibi’ne sığındıkları ve artık savaşın kaçınılmaz olduğunu idrak ettiği an söyler bunu. Bunu dedikten sonra atına binip gider, beşinci günün şafağında, sürgün edilmiş Rohan askerleriyle birlikte geri dönüp savaşı kazanana kadar…
Biz de 19 Mart’ta, ama en çok da 23 Mart’ta, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir sürece girdik. Her şey çok güzel olacak mı, yoksa eskisinden daha mı kötü olacak, onu yaşadıkça göreceğiz. İflah olmaz bir iyimser, pardon, “umutlu kötümser” biri olarak benim düşüncem ortada:
Bu ahval ve şerait içinde, ortanca çiçeğim, Derin oğlum 15. yaşına girdi. 15 milyon insanın cumhurbaşkanı olmasını istediği kişinin tutuklandığı, Türkiye’nin kaderinin çizildiği o 23 Mart günü, pastasını keserken şöyle dedim ona: “Bundan yıllar sonra geriye dönüp baktığında ‘O gün 15 yaşına girmiştim’ diyeceksin. ‘Her şeyin değiştiği o gün, benim 15. doğum günümdü…’”
Dilerim bu cümlenin sonunu “ve Her Şey Çok Güzel Oldu” diye bitirir. O, ve bu ülkenin onlara bir gençlik borçlu olduğu tüm gençler…
Bu yazıya Montaigne’le başladık, Montaigne’le bitirelim:
“En büyük, en şerefli eserimiz doğru dürüst yaşamaktır.”
“Doğru dürüst yaşamak” için bu kadar bedel ödemek gerekmemeliydi; ama olsun varsın; yeter ki sonunda her şey çok güzel olsun.
“Peşinen boyun eğmeyin. Otoriterliğin gücü, çoğu zaman insanların onu gönüllü olarak kabul etmesinden gelir. Böyle dönemlerde bireyler, daha baskıcı bir yönetimin ne isteyeceğini tahmin eder ve kendilerinden istenmeden buna uymaya başlar. Siz de bunu yapmadınız mı? Durun. Peşinen boyun eğmek, iktidara sınırlarını öğretir ve özgürlüğün daha hızlı yok olmasına neden olur.” diyor Timothy Snyder, baskıcı rejimler altında yaşayan halklar için öğütlerini sıraladığı makalesinde. Yale Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Snyder’ın bu makalesinden, Tarık Yüce’nin bianet’teki şu yazısı sayesinde haberdar oldum.
Sürecin nasıl geliştiğini Fayn toparlamış: Saraçhane’den Silivri’ye giden yol adım adım nasıl döşendi?
“Things are now in motion that cannot be undone.”
Bana yalnız olmadığımı hissettiren ne güzel bir yazı... Söylemek istediğim ama söylemenin beni rahatlatmadığı bir sürü cümlem var. En çok da, kendi çocuklarım da dahil olmak üzere güzel ülkemin güzel çocuklarına ve gençlerine karşı mahcup ve sorumlu hissediyorum kendimi. Ama madem sevgili Derin'in doğum günü, ona ve hepimize; " Yok öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak. Unutma, aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak " demek istiyorum. Nazım Hikmeti sevgi ve saygıyla anarak...
"O gün 15 yaşına girmiştim" beni çok duygulandırdı. Bugünleri unutmayacaklar elbet ve her zaman umutlu olmaları gerektiğini de hep hatırlayacaklar inşallah, çok güzel yaşları olsun.