Artık yazılarımı sadece okumak isteyenler için yazmak istiyorum.
Kötü bir huyum var benim; bir şeyi (kendimce) eksiksiz yapamayacaksam hiç yapmamayı tercih ediyorum. Yani aslında yapmamayı tercih etmiyorum da, söz konusu eksikleri tamamlamak için o kadar uzun süre uğraşıyorum ki, sonunda o şeyi yapmamış oluyorum.
“Mükemmeliyetçilik” olarak adlandırılmasından dolayı olumlu bir çağrışım yapabilen bu durum, tam bir illet aslında… Beni geride tutan, yeni bir şeyler denemekten alıkoyan, diyelim denedim, bu sefer de sürekli yargılayan, yaptığımı eleştiren bir iç ses bu. Böyle zamanlarda her ne yaparsam yapayım, o iç sese beğendiremiyorum; yaptığımın yeterli olduğuna bir türlü ikna edemiyorum onu.
Bu huyum (ya da iç sesim) yüzünden eminim geçmişte kaçırdığım fırsatlar oldu. Olduğunu biliyorum. İşte tam da bu yüzden, bu kez onu dinlememeye karar verdim. Onun dikine gidiyorum. Benim için kolay değil bu.
Uzun bir aradan sonra yeniden yazmaya karar verdim.
Aslında yazmayı bırakmamıştım da, yazdıklarımı yeniden paylaşmaya karar verdim diyeyim.
Blog yazmaya 2009 yılının Nisan ayında başlamıştım. Blogspot vardı o zamanlar, hey gidi günler… Sosyal medya neredeyse yoktu. Neredeyse diyorum, çünkü Facebook vardı ve ben kişisel olarak kullanıyordum; Twitter vardı ama henüz keşfetmemiştim; Instagram ise henüz yoktu; bildiğin var olmamıştı yani…
BlogcuAnne’ye açtığım Facebook sayfasını 100 kişi takip etmeye başladığında gözlerime inanamıştım. Bir şeyler anlatmamı bekleyen 100 kişi olduğunu düşünmek çok acayipti.
Başlangıçta her gün en az bir, bazen iki-üç yazı yazdığım oluyordu; öyle bir tutku olmuştu benim için blog yazmak…
Ve ben yazdım. Yıllarca… Blog yazdım, kitap yazdım, gazetelere yazdım, köşelere yazdım… Yazdım da yazdım.
Sonra bir şeyler oldu… Sosyal medya oldu aslında, ama en çok Instagram oldu. Instagram öyle bir girdi ki hayatımıza, bloglarla yarışır hale geldi; sonra da blogları yuttu zaten…
Uzun bir süre direndim. Baktım yazdıklarım giderek daha az okunuyor. Instagram’dan, Twitter’dan, Facebook’tan insanların gözlerinin içine sokmam, “Blogda yeni yazı var!” diye bağırmam gerekiyor. O da yetmiyor, Instagram’da Instagram’ın istediği gibi içerik oluşturmam, algoritmayı takip etmem gerekiyor…
Yoruldum. Ama daha da çok sıkıldım.
Küstüm.
Fare dağa küsmüş, dağın haberi yokmuş ya hani; öyle küstüm.
Ben Instagram’a küsmüşken hayat durmadı tabii… Instagram’ın -ya da herhangi bir sosyal medya mecrasının- umurunda bile olmadı. Ben yazmadığımla kaldım; baktım yazmıyorum, blogu da askıya aldım, beklemeye geçtim.
Star Wars’un ikinci bölümünde sanırım, Qui-Gon Jinn’le Obi Wan Kenobi asansörde kalırlar. “Buradan nasıl çıkacağız usta?” diye sorar Obi Wan hocasına; Qui Gon da “Acele etme evladım. Eminim bir fırsat kendini gösterecek” der. “Karşımıza bir fırsat çıkacak” demez. “Kendini gösterecek” der. (“I’m sure an opportunity will present itself.”) İşte ben de bu fırsatın kendini göstermesini bekledim.
Ama öyle elim kolum bağlı beklemedim. Bilinçli bir bekleme haliydi bu… Demlenme de diyebiliriz. Kitabım yeni bitmişti ve onun yorgunluğu vardı üzerimde… Uzun zamandır yazı yazıyor olmakla birlikte blog yazma pratiğim geri kalmıştı ve ben tekrar toparlanmayı bekliyordum.
Geçtiğimiz sene sonunda, feminist aforizmalar yazmak üzere nakış yapmaya başladım. Kendi söküğünü dikmekten öte bir tecrübesi olmayan ben, ipliği, kasnağı elime alıp, en çok da kendimi şaşırtan işler çıkardım ortaya… Nakış yaparken bol bol dinlendim, düşündüm; ellerimle bir şeyler yapmayı ne kadar sevdiğimi fark ettim; kumaşa da yazsam, kağıda da yazsam, ekrana da yazsam yazmayı ne çok sevdiğimi hatırladım ve kıpırdanmaya başladım.
Sanırım Kasım ayındaki İstanbul ziyaretimizdeydi; Ayça’ya bahsettim “Ben yine yazmak istiyorum ama yazdıklarımın okunmamasından çok sıkıldım” diye. Instagram’dı bunun suçlusu bana göre (çünkü Facebook artık yok sayılırdı, Twitter da çok politikti)… Paylaşımlarımı göstermiyor, ben de kendimi uzay boşluğuna yazmış gibi hissediyordum.
Ayça’nın sosyal medya ve dijital mecralar konusundaki bilgisine de, vizyonuna da çok güvenirim (Bu sayfanın tasarımında da, planlamasında da bana çok katkısı oldu canım benim). Haliyle, bana “Çare Substack” deyince hemen onu ciddiye aldım.
Alıcı gözle inceleyince karşımda gerçekten de ihtiyacımı karşılayacak bir şey olduğunu fark ettim. Substack son derece “yazar-dostu” bir platform… Arka paneli benim ihtiyaçlarımı Wordpress’ten daha iyi karşılıyor ancak aynı zamanda kullanımı kolay. Okurlarım üye olabiliyorlar ve ben yazdıklarımı onlara doğrudan ulaştırabiliyorum, böylece gerçekten okumak isteyenlere ulaşabiliyorum. İçeriğimi ister tamamen ücretsiz, ister kısmen ücretli olarak okutabiliyorum; yazılarımı sesli olarak da kaydedebiliyorum (ki uzun zamandır istediğim bir şeydi bu) ve hatta istersem ayrıca podcast bile yapabiliyorum. Daha keşfetmediğim bir sürü özelliği var.
Aradığımı bulmuştum. Zaten eski blogumdan devam etmek istemiyordum. Birkaç sebebi vardı bunun. Birincisi, orası çok hantallaşmıştı. Çok fazla yazı vardı ve çok yer kaplıyordu ve bu yüzden de hosting ücreti çok fazlaydı… Ciddi bir tadilat yapmak gerekiyordu orada. Sıfırdan başlamak, var olanı düzeltmekten daha kolay geldi.
İkinci ve asıl sebebi ise, orası artık amacını tamamlamıştı. Çocuklarımı büyütürken akıl sağlığımı korumamı sağlamış, bana birçok kapı açmış, iki kitap yazdırmış ve tüm bunlar olurken hayal bile edemeyeceğim güzellikte bir çevre kazandırmıştı. Miadını doldurmuştu orası artık, tadında bırakmanın zamanı gelmişti.
Ayça’yla konuşmamızın ardından, Bodrum’a döndüğümde Substack hesabımı açtım. Yine de, bu satırları yazmam neredeyse dokuz ayı buldu. Mükemmel (!) yapmam gereken birçok şey vardı; kendime bir harita çıkaracak, kategorileri oluşturacak, haftada hangi kategoriden kaç yazı yazacağımı belirleyecek, yazıları biriktirecek, sayfayı eksiksiz hale getirecektim. Tastamam olunca da başlayacaktım.
Öyle buyurmuştu boyu devrilesice iç sesim.
Ama dedim ya, bu kez onu dinlememeye karar verdim. Yola bir çıkayım hele, yolda bakarım dedim. Bence yapabilirim.
Yıllar yıllar önce, Ece (yanlış hatırlamıyorsam yüksek) lisans tezini yazarken ve bir türlü bitiremezken, kendisi daha önce tez yazmış bir arkadaşımla karşılaşmıştım ve bana “Ece’ye söyle, en iyi tez bitmiş tezdir” demişti. Müge’nin bu sözü bende çok yer etti ama bir türlü kendime düstur edinemedim. Meğer Ben Feministmişim’i fikir halinden kitaba dönüştürmem neredeyse yedi yılımı aldı ve bu kez aynısını yapmamaya kararlıyım.
Uzun lafın kısası, bu siteyi tam da böyle bir motivasyonla açıyorum: En iyi tez/yazı/kitap/blog, neyse… bitmiş halidir. Ben bitti demeden bitmiyorsa da ben bitti diyorum, dedim: BİT-Tİ.
Ben, yazmak istiyorum.
Hep yazmak istedim.
Bu kez, sadece okumak isteyenler için yazmak istiyorum. Yazdığımı boşluğa bırakıp, birilerinin okumasını ummak istemiyorum. İnsanlar yazacağımı bilsinler, yazmamı beklesinler istiyorum.
Bundan neredeyse 15 sene önce blogspot’un başına geçtiğimde ne kadar heyecanlıysam şimdi de en az o kadar heyecanlıyım. Bugüne kadarki yolcuğuma eşlik eden ve beni burada da karşılayan okurlarıma teşekkür ederken, ilk kez buluştuklarıma da ‘hoş geldiniz’ diyorum.
Yazacaklarım henüz bitmedi. Hatta yeni başlıyorum bile denilebilir. Çünkü, “Hiçbir kadın, hiçbir zaman yeterince yazmamıştır.”1
bell hooks
O blog sadece sizin akıl sağlığınizi korumadı:) iyi ki...💜
Gözlerim doldu dinlerken🤍🤍 Uzun zamandır görmediğin dostunla pat diye sokakta karşılaşırsın ve yıllar önce bıraktığın gibidir ama aynı zamanda başka biri olmuştur ya hani… aynıdır ama ayrıdır da aynı zamanda hani… ve bu aynılıkla bu ayrılığın öylece karşında durması gözlerini doldurur ya hani (gerçi o an bilmezsin neden dolduğunu da sonra düşününce anlarsın)… işte tastamam öyle bi göz dolması🤍🤍🤍 Sana kocaman sarılıyorum🤍