* Özge Özel’in “Kayıp Eşya Bürosu” adlı podcast’inin “Kararcı geldi hanım” başlıklı bölümünden ilhamla…
“19. yüzyılda, en önemli ahlaki tehdit, kölelikti. 20. yüzyılda, totaliterlikti… Bu yüzyılda ise dünyanın her yerindeki kadın ve kız çocuklarının acımasızca örselenmesidir.” 1
15 sene önce bugün, yazmaya başladım.
Bilgisayarımı kucağıma aldım, “bakalım nereye varacak?” dedirten bir merak ve heyecanla yazmaya başladım.
15 senedir, bildiklerimle, bilmediklerimle, öğrendiklerimle, öğreneceklerimle, olduğu kadarıyla ve olduğum kadarıyla bazen düzenli, bazen aralıklı olarak, en çok da kendim için yazıp çizmeye devam ediyorum. Kolay olmuyor, ama denemeye devam ediyorum.
İlk günlerdeki her gün bir, bazen iki yazı yazıyordum. Şu aralar o kadar disiplinli sık yazmıyorum diye kendime kızıyor(d)um. Ama şimdi fark ediyorum ki, o zamanlar:
Yazmaya daha çok ihtiyacım, ve
Yazacak daha çok vaktim varmış.
15 senenin sonunda, hâlâ zaman zaman ne iş yaptığımı düşünüyorum. Bu soru “ne işe yaradığımı düşünüyorum” olarak da sorulabilir; çünkü öyle aslında… Hâlâ, 15 senenin sonunda “ben neyim?” diye soruyorum kendime…
Bazen feminizm içerikli konuşmalar yapmak üzere şirketlere davet ediliyorum. Beni tanıyan, sosyal medyadan takip eden kişilerin geldiği kitap söyleşisi gibi etkinliklerin tersine, şirketin İK biriminin düzenlediği böyle bir toplantıya katılan insanların çoğunun kim olduğumu bilmediği ve hatta hakkımda önyargılı da olabileceklerini düşündüğüm bu toplantılara başlarken kendimi “liste yapıcı/yazar/amatör nakışçı/feminist” olarak tanıtıyorum.
LİSTE YAPICIyım, çünkü gerçekten de hayatımın önemli bir kısmı yapmam gereken işlerin listesini yapmakla geçiyor. İşin ilginç tarafı, yapmam gereken işlerin çok azı benimle ilgili… Çoğu annelik müessesesinin getirdiği sorumluluklar: Derya’yı dişçiye götürmek, Deniz’in pasaportunu takip etmek, Derin’e soru bankası siparişini vermek falan gibi… Uçsuz bucaksız bir liste…
YAZARım. Yıllar önce Buket Uzuner’in Twitter’da yazdığı “yazı yazan kişi yazardır” sözünü okuduğumdan beri, ve ben de bloglara, sosyal medyalara, kitaplara, defterlere, kumaşlara, kısacası önüne gelen hemen her yere yazı yazan birisi olduğumdan dolayı, kendimi ‘yazar’ olarak tanımlamakta beis görmüyorum. Yok aslında görüyorum; çünkü imposter sendromcusunu önde gideniyim, ama yine de tanımlıyorum. Yazarım ben kızım!
AMATÖR NAKIŞÇIyım. Bu konuda başlı başına bir yazı yazabilirim aslında ama burada yazılmışı, daha doğrusu konuşulmuşu var: Hasetçalar. Özge Özel’in yaptığı Kayıp Eşya Bürosu, bu aralar en sevdiğim ve en çok dinlediğim podcast çünkü, ve Hasetçalar bölümü de kendime dair önemli bir karar aldığım bir bölüm oldu o da şu: Ben nakış yapmayı hobi olarak seviyorum. Neyse dur, bu konuda yazıcam sonra, şimdilik o bölümü şuraya iliştireyim:
Kendimi tanımlamalara devam edecek olursam,
FEMİNİSTim. Hah işte zurnanın zırt dediği yere geldik, asıl bahsetmek istediğim konu bu…
Feminizmi “kadınlar için özgürlük ve eşitlik isteyen bir fikir akımı, düşünce ve eylem biçimi” olarak tanımlıyor Ayşe Düzkan Feminist Bellek’teki yazısında. bell hooks “cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürüyü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir harekettir” diye açıklıyor Feminizm Herkes İçindir kitabında. “Kendilerine bok gibi davranılmasını istemeyen kadınlar” diye bir tanımlama çıkmıştı karşıma yıllar önce Google’a sorduğumda… Ve ben de bütün bunların ışığında kendimi feminist olarak tanımlıyorum.
Ve bunun, bazen insanlara fazla geldiğini fark ediyorum.
Sürekli feminizmden bahsettiğimi, feminizmle kafayı bozduğumu düşünen insanlar olduğunu biliyorum (çünkü annelikle ilgili yazarken de sürekli annelikten bahsettiğimi, annelikle kafayı bozduğumu söyleyenler vardı :) - bunların arasında arkadaşlarımın olduğunu da (çünkü bana söylüyorlar :) … Bunu itici bulanlar olduğunu, “bu da başka şey konuşmaz oldu” diyenler olduğunu da… (yapacak bir şey yok)
Bununla birlikte, vegan ya da en azından vejeteryan olmadığım için “yeterince feminist” olmadığımı düşünenler olduğunu da biliyorum (çünkü bir seferinde vegan bir feminist, “çocuklarıma ceset yedirdiğim” için neb’çim feminist olduğumu söylemişti). Çevre konusunda ‘yeterince duyarlı’ olmadığım, örneğin, çamaşır suyu kullanmaya devam ettiğim için feminizmimin ekolojik açıdan eleştiriye açık olduğunu da…
İçine doğmuş bulunduğum orta-üst sınıftan, evli ve evde olan bir kadın olarak, “tuzumun kuru” olduğunu, “oturduğum yerden konuştuğumu”, itiraz ettiğim konumun “kendi tercihim olduğunu”, “bana söylemesi kolay” olduğunu düşünenler var… Biliyorum.
Bunlar bildiklerim. Bilmediklerim de vardır elbet…
Bütün bunlara rağmen ve bütün bunlarla birlikte (“rağmen ve sayesinde” aydınlanması için Sepin’ciğime selam olsun), bu konuda bir şeyler söylemeye devam etmek cesaret istiyor; ki, en az bu dış sesler kadar konuşan içimdeki iç seslerle birlikte hiç kolay değil bu… Ama cesaret de böyle bir şey değil mi zaten? Korkmamak değil de, korkmaya rağmen yapmaya devam etmek?..
Geldiğim noktada, kendimi bir çeşit itirazcı olarak nitelendiriyorum. Oldum olası ve haksızlığa kendi çapımda tepkisiz kalmakta zorlanan bir insan olarak, yine içine doğmuş bulunduğum “azınlık olmayan bir azınlık”ın2 bir üyesi olarak, kadınlara kadın oldukları için yapılan haksızlıklara itiraz eden birisi.
Elbette bunu kendi kusurlarımla birlikte yapıyorum. Erkek egemen bir toplumda büyümüş bir insan olarak -bundan muzdarip bir kadın da olsam- benim de kodlanmışlıklarım var. Kör noktalarım, aydınlanmamış taraflarım, bilmediklerim var. Bunları görmeye, aydınlatmaya, en azından farkında olmaya çalışarak, kendimi geliştirmeye uğraşarak yola devam etmeye gayret ediyorum.
Ve ben aslında sadece kendim için itiraz etmiyorum. Bunu kendimi “kadın hareketinin bir neferi” olarak gördüğüm için söylemiyorum. Bazen doğrudan maruz kalmasak da, “her an başımıza gelebileceği için” de değil, haksızlıklar var olduğu için ve var olduğu sürece, görebildiğimiz, yetişebildiğimiz kadarına itiraz etmek sıradan, düz bir insan olmanın bir gereği bence. Ve biliyorum, eyleme dönüşmeyen itiraz da yeterli değil. Farkındalık yolun yarısı, ama sadece yarısı çünkü…
Bi de şöyle bi şey var:
Erkeklerin fizyolojisi çoğu sporu tanımlar, onların sağlık gereksinimleri sigorta kapsamını belirler, onların toplumsal olarak çizilmiş biyografileri işyeri beklentilerini ve başarılı kariyer kalıplarını belirler, onların deneyim ve takıntıları fantezileri belirler, onların askerlik hizmeti yurttaşlığı belirler, onların varlıkları aileyi belirler, onların bir araya gelmedeki yeteneksizlikleri -ve antlaşmalar- tarihi belirler, onların imgesi Tanrı’yı belirler, onların genital organları cinselliği belirler. Bunlar, cinsiyet açısından tarafsız sunulan standartlardır.3
Kısacası, erkekler tarafından, erkekler için oluşturulmuş, erkek merkezli bir düzende yaşıyoruz. Dünyanın sadece yarısı erkek, ama önümüz arkamız sağımız solumuz erkekLİK kaynıyor. Bu durumda birileri de feminizmle kafayı bozmuş, çok mu? Bence değil.
Neyse, ben yazıp çizmeye devam ediyorum. Olursa olur, olmazsa çay demleriz.
Nicholas D. Kristop ve Sheryl WuDunn’un “Why Women’s Rights Are the Cause of Our Time” (Kadın Hakları Neden Günümüzün Esas Konusudur) başlıklı makalesinden aktaran Josephine Donovan, Feminist Teori, İletişim Yayınları
Simone de Beauvoir, kadınların “dünyanın en büyük azınlığı” olduğunu söylüyor. Fakat size bir haberim var: Kadınlar azınlık değil, dünyanın yarısı. Bu yüzden de azınlık olmayan ama azınlık muamelesi gören bir topluluk olarak tanımlıyor de Beauvoir.
Catherine A. McKinnon’dan aktaran Josephine Donovan
Üstelik kendimizi feminist olarak tanımlamak için diğer her açıdan dört dörtlük olmamız beklentisi; feminizmi savunanlar ya da henüz aydınlananlar için onu ulaşılmaz, dolayısıyla etki alanını kısıtlı kılmaya neden oluyor.
Dün gece 2. sezonunu bitirdiğim ama önce 1. sezonu tekrar izlediğim Firefly Lane "Ateşböceği Yolu" dizisinde ufak ufak değindikleri ama içime oturan birçok sahnede olduğu gibi feministliği tek bir kalıba sığdırmaya çalışmaları yine ataerkil toplumun dayatması gibi geliyor. Kadına olan yaklaşımın bu devirde ileriye gitmesi gerekirken hala her ülkede her yerde mücadele dolu olması. Nakış yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyorum.