Geçen Salı’ydı sanırım; sabah çocukları okullarına dağıttım, pazara gittim. Eve döndüm, eşyaları bıraktım, deniz kenarına gittim. Bir süredir bir ritüel oluşturmaya çalışıyorum: sabah yaklaşık 45 dakika boyunca kumda yürüyorum; sonra da denize girip yüzüyorum. Yaklaşık bir buçuk saat sonra sporumu yapmış bir şekilde bilgisayarımın başında olabiliyorum böylece. Çocukları alana kadar artık yazımı mı yazarım; kendimce çok önemli olduğunu düşündüğüm konularda araştırmalar mı yaparım; ne zamandır okumak üzere kalp koyduğum makaleleri mi okurum; orasını bilemem. Bildiğim, o saatlerde “ev içi ücretsiz işçi” pozisyonuma ara veriyor, “yazar” şapkamı takıp itiraz ediyorum ben. Evi, bırakıyorum dağınık kalıyor.
Saatler 14:20’yi gösterdi mi de arabaya atlıyorum; önce çocuklardan birini alıp eve bırakıyor sonra diğerini almaya gidiyorum. 16:00 dedin mi herkes yerine yerleşmiş oluyor, bense ev içi hizmete devam ediyorum. Akşam el ayak çekildikten sonra tekrar biraz bilgisayar mesaisi, biraz Sudoku, birkaç sayfa edebiyat okuması ve kapanış…
Ertesi gün kaldığım yerden devam…
Böyle bir düzen oturtmaya çalışıyorum, haftanın en azından üç gününde… İstediğim sıklıkta olmuyor ama olduğunda çok güzel oluyor. Saatlerin 14:20’yi gösterdiği ve her şeyin balkabağına dönüştüğü o ana kadar kendimi bir Virginia Woolf, bir Hannah Arendt zannediyorum. Yazmaktan öyle bir haz alma, yazma eylemini öyle bir önemseme, adeta bir kutsama hali…
Neyse işte geçen Salı diyordum; geldim belediye kafeye; yürüyüşümü yaptım; denizime girdim; şezlongda kuruyorum. Eve gidip, yargılayıcı iç sesime yenilmezsem oturup yazmam, yenilirsem de evi toparlamam gerektiğini hissediyorum ama güneş de aşırı güzel; yanıma okuyacak bir sürü şey almışım (aşırı hazırlıklı çıkıyorum ya hani), kurgu dışı iki tane kitabım var canım hangisini okumak isterse, Doğan’dan U.S. Surgeon General’ın ebeveynlerin delirdiğine dair 35 sayfalık raporun çıktısını almasını istemiştim, o var; Kindle’ım zaten çantamda; kısacası bilgisayar başına geçmemi gerektiren bir durum yok; dışarıda, deniz kenarında keyfî bir pozisyonda bile kendimi geliştirmeye ve boş boş durmadığımı hissetmeye devam edebilecek kadar materyal var yanımda…
Belediye kafe de öyle güzel ki bu aralar… Herkes evine döndü, ortalık nasıl sakin. Her sabah benzer yüzler yürüyüş yapıyor -ve ilginçtir; çoğu selamımı alıyor ya da ben selam vermeden selam veriyor. Oradaki hemen herkes denize şükranlarını, takdirlerini iletmek için o an orada sanki; hani City of Angels filminde Nicholas Cage ve diğer melekler gündoğumuna mı gün batımına mı hatırlamıyorum saygı duruşunda bulunurlardı ya, bu da onun gibi bi’ şey. Ekim denizine saygı…
Ve işte ben de Eylül ve Ekim denizlerinin en büyük hayranı ve baş takdircisi olarak yine çarşaf gibi bir Ekim denizinden hipnotize olmuş bir şekilde, şükran duygularımı iletmek üzere oradayım… Ben güne başlayalı neredeyse üç saat olmuş ama belediye kafenin müdavimleri henüz kahvaltı ediyor; eh ben de erkenci olmanın gururuyla gözüme kestirdiğim, yaz boyunca bana bir türlü yar olmayan iki şezlonga yerleşiyorum.
Tek başıma neden iki şezlongu işgal ettiğim sorusunun net bir cevabı var: Canım öyle istediği için… Saat erken, bütün şezlonglar boş ve benim bir yerine iki şezlonga havlumu sermem kimsenin şezlongsuz kalmasına sebep olmayacak. Öte yandan, yanıma oturacak kişiyle arama ekstra bir mesafe koymak bana çok iyi gelecek çünkü buna çok ihtiyacım var: mesafeye, sessizliğe, kendimle ve kendi kendime kalmaya yani…
İşte tam bu beklentilerle kurulduğum şezlongdan dört saatten fazla bir süre boyunca kalkmadım… Yani kalktım tabii, tuvalete gittim, tekrar bi denize girdim, gittim kendime kahve aldım falan ama oturduğum anlarda hep oturdum. Uzandım demek daha doğru… Ve bunun benim için ne kadar sıradışı ve arzulanan bir şey olduğunu anlatmam mümkün değil… Şezlongum, kimsenin benimle konuşmadığı birkaç saat ve ben…
O saatleri yarılamıştım ki, bir kadın eşiyle birlikte oturacak şezlong arıyordu. Adam iki yanımdaki boş şezlonga yerleşti, kadın da yanımdaki, üzerinde havlum olan ve boş olduğunu benden başka kimsenin bilmediği şezlongu göstererek “kısa bir süreliğine oturabilir miyim?” diye sordu bana… Etrafta bir sürü boş şezlong vardı aslında, ama sanki adam biraz rahatsız ve yürümek istemiyorlarmış gibiydi, “Tabii, oturabilirsiniz, ben oturmuyorum” dedim, aldım havlumu… “Aaa, öyle mi, teşekkürler” falan dedi, oturdu kadın.
Aradan bir süre daha geçti, en az bir saat daha.... O bir küsur saat boyunca yine okumalar, arada durup denize bakmalar, biraz daha okumalar, altını çizip üstüne not almalar falan derkeeeeeeen her güzel şeyin sonu olduğu için bu keyif dolu anlar da bitti ve bana ayrılan huzur dolu dakikaların sonuna geldik. Saat 14:00 olduğunda ben toparlanmaya başladım; mayomu değiştirdim, ıslak havlumu katladım falan; yanımdaki kadınla göz göze gelince “Buradan da kalkıyorum, isterseniz buraya da oturabilirsiniz” dedim ve kadın, son derece samimi bir şekilde şöyle dedi: “Aaa, ne güzel sakin sakin oturuyordunuz!”
Kadın bunu alelade bir şekilde söylemişti ama sözleri adeta bir ayna tuttu içime ve mutlu oldum; yapmayı umduğum ve yapmaya çabaladığım şey tam olarak oydu çünkü: sakin sakin oturmak… Ve ne kadar keyif almışsam, ne kadar bütünleşmişsem —çünkü ne kadar uzun zamandır arzuluyorsam— o ‘sakin sakin oturma’ eylemini, nasıl sahiplenip üzerime giymişsem o anki keyfimi, dışarıya da vurmuş olacak ki kadın da böyle bir şey söyledi…
Şimdi tarif edeceklerimin hepsini o an mı düşündüm, yoksa o ana geri dönüp düşünürken şu an mı aklımdan geçiyor bilmiyorum ama şöyle bir şey oldu sanki; kadın bana “Ne güzel sakin sakin oturuyordunuz” dediği an her şey asılı kaldı havada: kadın, kadının sorusu, etrafımızdaki insanlar, ağaçlardaki yapraklar, denizin dalgaları… Her şey bi’ durdu. Arka plan flulaşırken kamera bana odaklandı, hayatımın nasıl bir kaos olabildiği hakkında hiçbir fikri olmayan bu insanın benim sakinliğime ve sakinlikten aldığım keyfi fark etmesi, beni yaşamakta olduğum hayatla ilgili düşündürtmeye başladı. Sanki her şey benim düşünmemi bekledi o an ve ben düşündüm. Hayatın kendisini düşündüm, ne kadar şaşırtıcı olabildiğini düşündüm, bir anın bir anı tutmadığını, koşullarla birlikte duyguların da nasıl değiştiğini düşündüm ve şaşırdım bayağı…
Tam o sırada iç sesim konuşmaya başladı; o çok iyi bilir zaten ne zaman konuşacağını: Sen, hayırdır, daha bu sabah alarmla uyanıp çocuklara kahvaltı hazırlayıp, dün gece başladığın beslenme çantalarını tamamlayıp onları okullarına dağıtıp pazara gidip fiyatlara inanamayıp alışveriş yapıp kollarından bacaklarından poşetler sarkmak suretiyle eve dönen sen değil miydin? Evde yerleştirilmesi gereken pazar eşyaları varken, yapılabilecek bir sürü iş varken, sen ne ara geldin de Ekim denizinin keyfini çıkarıp şezlongda keyif yapıyorsun? Çen keyif mi çatıyoçun çen?
Ben bu soruların yanıtlarını araştırırken iç sesim yargı dozunu yükseltti ve “Kocamın beni Bodrum’da yaşatmasına rağmen ev işlerini yapmaktan gocunuyor olmam”ı kınayan şu eksisözlük entry’si gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçti…
Keyif mi çatıyormuşum?… Evet, keyif çatıyorum, var mı? Sana kim, ne dedi bilmiyorum iç ses ama keyif çatmak temel bir insan hakkıdır ve ben keyif çatıyorum, iyi bildin! Prensesim lan ben! Cindrella’yım tamam mı? Birazdan Külkedisi olabilecek olabilirim ama bugün, bu an, burada Cindrella’yım!”
Bir an için bunları yüksek sesle söylediğimi düşündüm ama sonra kamera benden uzaklaşıp geniş açıyla etrafı almaya başladı; asılı duran her şey yavaş yavaş hareket etmeye başladı; yapraklar, denizin dalgaları yeniden oynaştı, geri plandaki flu görüntüler netleşti ve karşımdaki kadının, sorduğu soruya yanıt vermemi, ‘sakin sakin otururken’ birden kalkıp gitmeme sebep olan gerekçeyi açıklamamı beklediğini fark ettim.
“Evet”, dedim, “gidiyorum. Çocukları okuldan almam lazım.”
“Aaa, öyle mi?” dedi. “Çocuğunuz mu var?”
“Evet,” deyip hızlıca iyi günler diledim; üç çocuğunuz mu var, aaa hepsi mi erkek, bari biri kız olsaydı’lara falan karnım tok.
Arkamı dönüp, otoparka yürüdüm.
Arabaya varınca, Cindrella kostümümü çıkarıp, katlayıp, kimbilir ne zaman olacağını bilmediğim bir sonraki sefere kadar beklemesi için bagaja koydum; Külkedisi kostümümü üzerime geçirdim.
Ekim denizi, ona şükranlarını sunmaya gelenleri bağrına basmaya devam ediyordu.
Ahh nasıl güzel o anlar.. 20 yıllık çalışma hayatıma 3 ay önce bir mola verdim. Daha önce hiç yaşamadığım bir zaman diliminin (gündüz ofiste olmamak hali) tadını çıkarmak inanılmaz keyifli. Daha önce çalışmasaydım acaba bu anların kıymetini bu kadar bilir miydim diye soruyorum kendime :)) Sevgiler...
Elif hanım iyi yaşayın emi.
6yıl önce yerleştiğim seferihisar da ki deniz önü evimde yapmaya niyet edip te yapamadığım rutin için beni gaza getirdiniz. Sabah taşımacılığı, alışverişi vede diğer ev işçiliği rutinimin ev işçiliği kısmını iptal edip evrene gönderiyorum. İPTAL İPTAL İPTAL🤣. Postcasleri sabırsızlıkla bekliyorum. Dinlerken karşılıklı kahve içerim sizinle💕