Geride bıraktığımız dört günlük bayram, yaz tatilinin bir ön gösterimiydi benim için. Aylardır yapılmayı bekleyen bir sürü iş yapıldı: halılar kalktı, perdeler yıkandı, bahçe derlenip toparlandı. Sabahları saat kurmadan uyandığımız, kalabalıklar plajları ele geçirmeden önceki saatlerde denize gidip geldiğimiz, “evladım ekranın başından kalkın artıııaaaak!” diye böğürdüğümüz üç aylar başladı.
“Bayramda Bodrum’dayız.”
Geçen hafta Doğan böyle dedi, telefonda konuştuğu bir arkadaşına… Gülüştüler… Ben de güldüm çünkü biz zaten Bodrum’da yaşıyoruz. “Tatilde bir yere gitmiyoruz”u havalı bir cümle içinde ifade ediniz.
Evet, bayramda Bodrum’daydık çünkü günümüzde beş kişilik bir aile olarak, bayramda değil tatile çıkmak, hafta sonu dışarıda yemek yemek bile ciddi bir maliyet. Yurtdışına çıkmak için gereken maddi yatırımı yapabilecek durumda olsanız bile son anda yiyebileceğiniz vize engeli, yurtiçindeki işletmelerin fırsatçılığı ve “Bayram tatili en çok benim hakkım!” diye düşünen narsist tatilcilerin kaprisleri bir araya gelince, bayramda “evde” olmak, yapılabilecek en mantıklı şeylerden biri oluyor. Elbette bunu, ev dediğim yerin, Türkiye’nin en çok tercih edilen tatil beldelerinden biri olmasının sağladığı rahatlıkla söylüyorum. Bodrum’da yaşamak, tatile çıkmamanın eksikliğini daha az hissettiriyor.
Eğer Bodrum’da yaşamıyor olsaydık, “Bayramda Bodrum’dayız” diyebilmek kaça mal olurdu diye sordum yapay zekâya. Biz beş kişilik bir aileyiz ama hesabı dört kişi üzerinden yaptırdım. Kaba bir hesapla, dört kişilik bir aile için orta sınıf bir otelde dört gecelik konaklama, havaalanı-transfer, yeme-içme ve diğer harcamalar yaklaşık 39,150 TL tutarmış. Haydi 40 bine yuvarlayalım.
Aynı ülkede, dört kişilik aile için açlık sınırı 25.092, yoksulluk sınırı ise 81.733 TL olarak açıklandı geçtiğimiz Mayıs ayında. Asgari ücret açlık sınırının da altında. AKP iktidarında, “Kadın” ifadesinin çıkarılmasıyla “Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı”na dönüştürülen kurumun verilerine göre, aşırı yoksulluk sınırının altında yaşayan 3,6 milyon hane var; bu da dört kişilik aileler üzerinden yaklaşık 14 milyon insana denk geliyor. Öğrenciler parasızlıktan bayram tatilinde ailelerini görmeye, evlerine gidemiyorlar. Bir başka deyişle, dört kişilik bir aile değil dört gecelik bayram tatili için Bodrum’a gitmek, ay sonunu karnı tok getirebilmek için bile büyük bir mücadele veriyor artık. Temel bir insan hakkı olan tatil, giderek yükselen bir gelir seviyesinin üzerindeki azınlıkların ayrıcalığı haline geldi.2
Kâbustu, Gerçek Oldu
Malumunuz, ülkenin gündemini az buçuk takip eden bizler biraz ekonomist, biraz anayasa hukukçusu, bolca da siyaset bilimci olduk. Özellikle 19 Mart’tan bu yana dağarcığımıza eklenen “seçme hakkının fiilen ortadan kalkması”, “infaz yasası”, “mutlak butlan” gibi ifadeler, sadece hukukçuların değil, ev kredisiyle boğuşan, çocuğunu okutmak için gece gündüz çalışan, yerel seçimlerde oy kullanan sıradan vatandaşların da gündelik kelime haznesinde artık.
19 Mart’tan beri her sabah bir başka belirsizliğe, her hafta sonu bir başka operasyona uyanıyoruz: Ekrem İmamoğlu ve arkadaşları neredeyse üç aydır, onların tutuklanmasını protesto etmek için anayasal hakkını kullanan gençler de bir o kadardır tutuklu. Gezi tutukluları başta olmak üzere, tüm siyasi tutuklular YILLARDIR cezaevinde. Arada depremler oluyor, gerçek gündemimizin ne olmasını gerektiğini hatırlıyoruz; sonra anayasa değişikliği tepemizde Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılıyor, yine unutuyoruz.
Bütün bunların arasında yüzümüzü güldüren (ama aynı zamanda öfkemizi de pekiştiren) birkaç tahliye oluyor. A Milli Kadın Voleybol takımımızın -üstelik de deneyim kazanmak için oynayan genç ekibiyle- Çin’deki inanılmaz performansı TRT boykotumuzu deldiriyor. Sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Daha doğrusu, kaldığımız yerden devam etmeye bile razıyız. Ama sonra, o güne kadar çoğumuzun sadece adını duyduğu, ne kadar iyi, çalışkan, dürüst bir insan olduğunu ne yazık ki ölümünden sonra öğrendiğimiz gencecik bir belediye başkanı, bir baba, bir eş, talihsiz ve anlaşıldığı üzere önlenebilir kazada hayatını kaybediyor ve biz alıştığımız belirsizlik içinde bile afallıyor, o belirsizliği bile arar hâle geliyoruz.
“Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor”3, bunu çok iyi biliyoruz; yaşıyoruz. Ama aynı Türkiye bize biraz nefes aldırsa keşke, çünkü hiç tanımadığımız, yollarımızın hiç kesişmediği insanlara ağlamaktan çok yorulduk. Bu ülke daha kaç evladını, daha kaç evladı için ağlatacak, bilmiyorum ama gözyaşları tükenen bir şey olsaydı bizimkiler çoktan tükenmiş olurdu, onu biliyorum.
Kötülüğün Sıradanlığı4, Zulmün Olağanlığı
Bütün bunların altında ezildiğimiz yetmezmiş gibi, elimiz kolumuz bağlı bir şekilde izlediğimiz Gazze’deki soykırıma dikkat çekmek için yola çıkan 12 kişilik aktivist ekibinin olduğu Madleen gemisi, İsrail tarafından ablukaya alınıyor; aktivisitler gözaltında. Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok; bu, beklenen bir durumdu. Ancak tahmin edemediğimiz -ve umarım hiçbir zaman edemeyeceğimiz- şey şu ki, başta Greta Thunberg olmak üzere, soykırıma dikkat çekmek üzere hayatını riske atan insanlar hakkında akla hayale gelmez şeyler söyleniyor ve bunu söyleyenler sadece sıradan insanlar da değil üstelik; resmi devlet kurumları.

İsrail Dış İşleri Bakanlığı, Gazze’deki yıkımların önünde toplu olarak fotoğraf çektiren İsrailli askerlerin bakanlığı yani, Gazze’ye sembolik de olsa insani yardım taşıyan insan hakları aktivistlerini alaya alarak, onların olduğu gemiye “selfi yatı” diyor. Ve biz bu kötülüğü biliyoruz. Keşke uzaktan biliyor olsaydık ama hayır, gayet yakından tanıyor, biliyoruz. Manisa Büyükşehir Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek için “çarpıldı” diye manşet atan; üç aydır tutsak ettiği, henüz iddianamesi bile yazılmamış bir cumhurbaşkanı adayı için, henüz ifadesi bile alınmamış insanları terör örgütü üyesiymişçesine boncuk gibi dizen kötülük bu.
Bütün bunları, halihazırda sıkkın olan canımızı daha fazla sıkmak için yazmadım.
Zor zamanlardan geçiyoruz, çok zor. Ancak bütün bu zorluğa rağmen, dahası, tam da bu zorluk yüzünden, dayanmak zorundayız.
Bir arada olmak, iyiden taraf olmak, doğrudan yana durmak zorundayız.
Geçmiş kavgaları —elzemse eğer, her şey normale döndüğünde devam ettirmek üzere— bir kenara bırakıp bir olmak zorundayız. Hele de bu acılı günlerde…
Yıllardır ve şimdi de 19 Mart’tan bu yana kimimiz az, kimimiz çok, ama hepimiz yıprandık. Fakat bir şeyi daha öğrendik bu süreçte: İyi insanlar, iyi siyasetçiler olabiliyor.
Pozitifin de negatifin de tek boyutluluğu, hayatın çok boyutluluğunun hakkını veremez. Yaşam sanatı, hayatın her iki yanıyla da geçinebilmeyi gerektirir; sadece pozitif olanla, hoş ve haz dolu olanla değil, negatif olanla, nahoş ve acı verici olanla da baş edebilmeyi...5
Evet, nahoş ve acı verici şeyler yaşıyoruz. Ama baş etmek zorundayız.
İyiye dair ümidimizi koruyabilir, kötümser olsak bile bunu yapabiliriz.
Karanlığa teslim olmaya direnebilir, kötülüğün karşısında iyiliği seçebilir, bunu yaparken yan yana durabiliriz.
Birbirimize karşı daha anlayışlı, daha şefkatli, daha dayanışmacı olabiliriz.
Bunu yapmalıyız. Ve yapabiliriz.
“Asıl büyük yaşama becerisi, talihin gölgeli yanlarında lazımdır insana, gökten bahtsızlık yağarken, herhangi bir şeyi kabullenmek zor geldiğinde.”
Bu yazının başlığı olan sözün tamamı şöyle: “Temiz kalplilik, tek şey istemektir. Eğer insanın tek bir şey isteyebilmesi mümkünse, o halde iyiyi istemelidir.” - Svend Brinkmann, Olan Biteni Kaçırma Keyfi.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 24. maddesinde herkesin dinlenme ve boş zaman hakkı olduğu söylenir. Bu yüzden tatil, temel bir insan hakkı olarak kabul edilir.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Totaliter rejimler ve siyaset üzerine düşünceleriyle tanınan Alman asıllı düşünür Hannah Arendt’in ürettiği “Kötülüğün Sıradanlığı” sözü, insanların büyük suçları işlerken bunu bilinçli bir kötülük hissiyle değil, görevlerini yerine getiriyormuş gibi, hatta normalmiş gibi yapabilmelerini ifade eder. Buradaki tehlike, zalimliğin artık fark edilmeyecek kadar olağan hale gelmesidir. Örneğin bir bürokrat, talimatlara uyarak bir sürü insanın hayatını mahveden bir karara imza atar ama kendisini sadece “işini yapan biri” olarak görür. Ne kurbanları düşünür, ne sonuçları sorgular. İşte bu sıradanlık içindeki duyarsızlık, kötülüğü daha da derinleştirir.
Kendisini “mutluluk araştırmacısı” olaran nitelendiren Alman düşünür Wilhelm Scmidt’in bu yazıda yer verdiğim iki sözü de Mutsuz Olmak kitabından. Bu kitabı da Başıbozuklar Kitap Kulübü’nde bir gün konuşacağız, o günü beklemeden mutlaka okuyun.
Sizin yazılarınızı okurken, aklıma Halide Edip geliyor. Kendisi vatanımız zor günler icindeyken yazdıkları ve meeting’leri ile topluma ulaşıyordu. Kendinize bundan 100 150 yıl sonradan bakmayı denerseniz ne demek istediğim anlaşılacaktır ❤️
Nasıl bir döneme denk geldik her şeyi gören nesil olduk halbuki kendi hayat üçgenimizde yaşayıp gidecektik. Sadece bizim değil dünyanın her yerinde kötülük hakim ve iyi insanlar hiç olmayacak şekilde gidince insan çok çok çok daha üzülüyor.