Bu yazıyı beğenirseniz yazının sonundaki kalbe tıklayabilir, başkalarıyla paylaşarak görünür olmasına katkıda bulunabilirsiniz. Teşekkür ederim şimdiden.
Bu aralar çok fazla duygu ve düşünce birikti içimde… “Sıkıştı” demek daha doğru belki de…
Geçen hafta, Ekrem İmamoğlu’nun avukatının tutuklandığı gün müydü, yoksa Fatih Altaylı’nın gözaltına alındığı gün mü, hatırlamıyorum; birkaç kişi mesaj attı Instagram’dan: “Elif, senin memeler de güme gitti bu gündemde… Nasıl gidiyor, her şey yolunda mı?”
Bu uzun yazı, meme gündeminden yaşlılığa, kişisel olandan politik olana doğru uzanan sıkışık bir zihin hâlinin dökümü…
Bu sabah Deniz oğlumu havaalanına bıraktım.
“TYT tatili” olarak da adlandırabileceğimiz bir süreç için, sınava girmek ve ardından birkaç günlüğüne bizimle olmak için gelmişti Bodrum’a. Şimdi, yaz sonunda gireceği yetenek sınavlarına hazırlandığı kursuna devam etmek üzere İstanbul’a döndü.
Deniz Bodrum’a gelirken bavulla geldi. Bunda şaşırtıcı bir şey yok; insan bir yerden bir yere giderken bavulla gider. Şaşırtıcı olan şu ki, artık Deniz, ailesinin yanına, doğduğu eve gelirken bavulla geliyor. Sonra bavulunu toplayıp geri dönüyor. Döndüğü yer şimdilik İstanbul, babaannesinin ve dedesinin evi. Seneye nerede olacağı henüz belli değil. Ama nerede olmayacağı belli: Bizim yanımızda.
Hepimiz farkındayız: Bu geliş gidişler artık kalıcı hale geliyor. İstediği zaman ailesinin evine dönme hakkını saklı tutarak, kendi hayatının taşlarını döşemek üzere girdiği yolda ilerliyor oğlumuz… Malumunuz, doğsun diye gün saydığımız, uyusun diye pışpışladığımız, dişleri çıksın diye uykusuz kaldığımız çocuklarımız büyüyorlar. Büyüdükleri yetmezmiş gibi bir de evden ayrılıp, sonra işte böyle bavulla gelip gidiyorlar. İnsan gerçekten hayret ediyor.
Evet, biliyorum, bunu yapamayan çocuklar var. Çocuklarının bunu yaptığını göremeyen anne babalar var. Çocuklarımızı büyütüp kendi yollarına uğurlayabilmek bile bu ülkede bir ayrıcalığa dönüştü ne de olsa… Bu ülke tanımadığımız çocukların isimlerini ezberletti bize; onların arkasından anne babalarıyla birlikte ağlamayı öğretti hepimize…
“Sağlık olsun.” Hayallerimizi bununla sınırladık artık. Eskiden “Sağlık olsun da, gerisi hallolur” derdik. Şimdi “Sağlık olsun da, gerisi olmasa da olur” diyoruz. Teşekkürler Türkiye.
Milyonlarca yürek, tek bir yargı: ‘Ben senin sutyenini görmek zorunda mıyım?’
Türkiye’ye bir başka teşekkürüm, geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan konularından biri olan “sutyen” meselesi üzerine… YKS haftası sosyal medyaya girdiğimde Twitter’da trend olan konuların en üstünde ne var dersiniz? Ekrem İmamoğlu değil. Fatih Altaylı’nın tutuklanması da değil. İran-İsrail savaşı hiç değil.
“Sutyen.”
Yanı başımızda bir sürü savaş almış başını gidiyorken, hukuksuzluk artık bu ülkenin göbek adı olmuşken sosyal medya #sutyen etiketiyle çalkalanıyordu.
Önce feminist bir gündem var, “memelere özgürlük” gibi bir konu trend oldu sandım. Ama olan tam tersiydi. Küpesini çıkaramadığı için üniversite sınavına alınmayan öğrencinin fotoğrafı ve videosu, kendisinin rızası alınmadan sosyal medyada defalarca paylaşıldı; onun üzerinden ahlâk dersleri verildi. O gencin kulağındaki aksesuar yüzünden sınava alınmayışı bile konuşulmadı (evet, sınav kuralları bunu gerektiriyor ama belki de kuralların sorgulanması için bu bir fırsattı), varsa yoksa “her şeyin yeri ve zamanının olduğu” üzerinden yargı dağıtıldı.
Son söyleyeceğimi ilk söyleyeyim (zaten de söylemiştim):
Twitter tarihimin en çok paylaşılan -ve bana en çok kullanıcı bloklatan- tweet’lerinden biri oldu bu. Gelen yorumlar “Ben de şort giyiyorum ama her şeyin bir yeri, zamanı var” ile “Ya bi siktirin gidin artık o kadar da değil. Sınava götünde donla üstünde transparan sütyenle de gelme artık ablacım, o kadar da değil AMK. Her bi sikimi kadın haklarına, feministlige sik sik işlere bağlamaktan vazgeçin. İyi bizde likralı boxer la gezelim AMK. Bakmayınmış, aptal” arasında değişiyor ama hepsi aynı yerden besleniyordu: Kadın düşmanlığı/mizojini.
Feminist Dağarcık
Kadınların, bilgi edinme ve teori inşa etme hakkını yeniden kazanmaları gerekiyor, çünkü adlandırma, tanımlama ve kuramsallaştırmanın sahipleri, aynı zamanda iktidarın da sahipleridir. - Fatmagül Berktay, Tarihin Cinsiyeti
Bu konuda söyleyeceklerim buraya sığmayacak kadar uzun; ayrıca yazacağım. Ne de olsa kadınlar söz konusu olunca herkesin “her şeyin yeri ve zamanı” hakkında söyleyecek bir şeyi oluyor, ben de eksik kalmayayım.
Memeler gitti, beyazlar geldi
Ülke gündeminden kendi bedenime, yine “edepsizliğin” başka bir katmanına geçecek olursam: Bireysel meme cephesinde her şey yolunda. Yatıp kalkıp dua ediyorum bu ameliyatı olduğum güne de, bunu yapan doktora da, zorlayarak da olsa bunu mümkün kılan şartlarıma da…
Ameliyattan çıktığım andan beri bedenimdeki değişikliği hissediyor, aradan geçen dört ayda yavaş yavaş tecrübe ediyordum ama yaz gelince bambaşka bir deneyim yaşamaya başladım. Benim klasik formalarım vardı evin içinde ya da dışında giydiğim... Yaz sıcağında sutyen giymek zorunda kalmadan koca memelerimi saklamaya yarayan giysilerim… Banko elbiselerim vardı mesela, dışarı çıkarken sutyensiz giyebildiğim... Onların hepsi şimdi atıl kaldı.
Eski bikinilerimi giyemez oldum çünkü iki beden büyükler artık. Daha da eski bikinilerimin hepsini elden çıkarmıştım zaten, bir daha hay-yaat-ta giyemem diye; kıyıda köşede unuttuğum bir tanesini buldum geçenlerde ve üzerime oldu! İnanamadım! Koşa koşa üçgen bikini almaya gideceğim sanıyordum; ama o eski bikinime yeniden sığmak o kadar keyif verdi ki, henüz yeni bir tane bile almadım.
Yüzüşüm değişti. Bu sene biraz geç girdim denize; geçen sene belimi sakatlamıştım ya hani rüzgârlı bir günde yüzünce; bu sene riske atmak istemedim, zaten de havalar geç ısındı. Uzun bir süre yüzmeyince suya girmek bir garip gelir ya insana; ilk girdiğimde bir gariplik hissettim ben de. Bir hafiflik, bir kuş gibilik… Kız yoksa ben ayağıma palet mi taktım? Sonra bir baktım, palet falan yok, resmen hafiflemişim! Eh, memelerimden iki kilodan fazla gitti; nasıl ki karadaki hareketime yansıdıysa sudaki hareketime de yansıdı tabii bu…
Memelerimin küçülmesi beni ne kadar gençleştirdiyse, zaman da kendini hatırlatmaktan o kadar geri kalmıyor bu aralar. Bundan bir iki ay önce ilk beyaz saç telimi fark ettim. Bu hafta içinde ikincisini gördüm, üçüncüsü de sanırım yolda. Anlaşılan yolun bundan sonrasına beyazlarla devam edeceğiz.
49 yaşıma iki ay var; kimine göre beyazlarım geç bile kaldı. Bana “olumlu” olduğu söylenen genetik miraslarımdan biri bu… Baba tarafımın saçı çok geç ve çok az beyazladı. Anne tarafım başka bir hikâye. Bana kalsa saçlarım anneannem gibi pamuk beyaz olsun isterdim ama sultan süleyman’a kalmamış, bana mı kalacaktı?

Bir başka “olumlu” olduğu söylenen genetik mirasım, saçlarımın gür olmasıydı. Ancak işte insanın saçlarının gür olması, vücudunun geri kalanındaki tüylerin de aynı bereketten nasibini alması demek olacak; küçükken bacaklarım çok tüylüydü. Ortaokulda ve lisede nefret ederdim bacak kıllarımdan. Ağda batık yapardı, jilet çoğaltırdı; etrafımdaki kızların bacakları tertemizken ben kaktüs gibi bacaklarla gezerdim, ya da öyleymiş gibi hissederdim ve bundan nefret ederdim.
Bu sırada annemin bacakları tüptüysüzdü. Annem yaşlandıkça tüylerin dökülmeye başladığını, ileride benim de böyle olacağımı söylerdi.
Ve işte şimdi o tüylerin döküldüğü yaştayım; hayat sana teşekkür ederim! Ama allah bir yerden aldığını başka bir yerden verdiği için yeni bir seviyeyle karşı karşıyayım: Çene tüyleri! Neden? Çünkü premenopoz, değişen hormonlar ve daha bir sürü şey…
Yaşlılık is loading…
Evet, bir zamanlar “al basmaları”ndan ibaret olarak bilinen menopozun aniden belirmediğini, öncesinde yıllara yayılan bir premenopoz süreci olduğunu artık biliyoruz. Ben şimdilik bu kadarını biliyorum; bir de menopoza henüz girmediğimi…
Şimdilik menopozun —ve genel olarak kadınların yaşlanma deneyiminin— duygusal ve toplumsal boyutu daha çok ilgimi çekiyor. 50’ye merdiven dayarken, yaşlanmaya yalnızca biyolojik değil, politik bir mesele olarak da bakarken, adını duyar duymaz ilgimi çeken bir kitabı zaman kaybetmeden edindim: “YAŞINI GÖSTEREN KADINLAR - Yaşlanmanın Feminist Deneyimi.”
Bu kitabın bende bıraktıklarına önümüzdeki ay Okudukça bülteninde yer vereceğim. Şimdilik kitaptan en çok aklımda kalan bir şeyi söylemekle yetineyim; daha doğrusu iki şeyi:
Birine iltifat için bile olsa “yaşını göstermiyorsun” demek yaşçılık (ageism);
çünkü kişisel olan her şey gibi yaşlılık da politik!
Oysa, “Yaş kişisel bir mesele olmalıydı, politik değil — ama henüz orada değiliz.”
“Günün birinde, gri saçlı kadınlardan oluşan bir ordu sessizce dünyayı ele geçirebilir.”
Bu söz -ve bu yazıdaki diğer tüm alıntılar- 20. yüzyılın en etkili feminist figürlerinden biri olan Gloria Steinem’a ait. Hem yazdıklarıyla hem de yıllardır süren mücadelesiyle, dünyanın dört bir yanındaki kadınlara ilham veren bir aktivist olan Steinem’ın 1970’lerde kurduğu Ms. dergisi, feminizmin kitleselleşmesinde büyük rol oynamıştı. Bugünlerde Gloria Steinem Vakfı’yla feminizmin tarihine katkıda bulunuyor.1
Ve işte şimdi, Steinem’ın bu yazıda alıntıladıklarım da dahil bir sürü şahane sözünün olduğu The Truth Will Set You Free, But First It Will Piss You Off [Gerçekler Sizi Özgürleştirir Ama Önce Öfkelendirir] adlı kitabı Türkçeye çevriliyor!
Acaba çeviren kimmiş? Aaa, benmişim!
Yıllardır fırsat buldukça sanal dünyaya gönderdiğim “Gloria Steinem’ın kitaplarını Türkçeye çevirecek bir yayınevi yok mu?” çağrım sonunda karşılık buldu. Düşbaz Kitaplar, Steniem’ın bu kitabının yayın haklarını aldı ve bana da Steinem’ın sözlerini Türkçeleştirmek düştü…
Bu kitabında öfkeden demokrasiye, yaşlanmadan feminizme, bakım emeğinden sivil itaatsizliğe kadar pek çok meseleyi kısa, doğrudan ve çarpıcı cümlelerle ele alan Steinem, hem kadınların yaş aldıkça nasıl radikalleştiğine hem de görünmez kılınan emek, bakım ve dayanışmaya dair yıllardır içimizde taşıdığımız ama adını koyamadığımız duygulara ışık tutuyor.
“Yaş aldıkça ne daha iyi ne de daha kötü oluruz. Sadece, uydurma toplumsal cinsiyet rollerinin hayatımızın merkezine yerleşmesinden daha önce var olan o özgün halimize biraz daha yaklaşırız.”
Ben ne kadar şanslı bir insanım ki, kendi kitaplarıyla farkında bile olmadan benim kitabıma el veren kadınların sözlerini Türkçeye çeviriyorum! Harriet Lerner’ın Anne Dansı kitabının çevirisinin ardından, Gloria Steinem’ın cümlelerini Türkçeye çevirmek hayatımın en heyecan veren işlerinden biri oluyor. Yalnızca onun sesini değil, kendi sesimi de duyduğum bir yolculuktan geçiyorum. Türkiye’de kadın olmanın getirdiği yüklerin karşısına Steinem’ın direncini koydukça kendimi daha iyi hissediyorum.
Öte yandan, Gloria Steinem sıradan bir gazeteci/yazar değil. Kendine özgü mizahı ve sade anlatımıyla, çoğu zaman karmaşık görünen konuları herkesin anlayabileceği bir dille su gibi anlatabilen bir söz sanatçısı o. Onun sözlerini Türkçeleştirmek de kolay iş değil…
“İnsanların “feminist” kelimesine mesafeli durmalarının iki sebebi var: Birincisi, ne anlama geldiğini bilmemeleri. İkincisi, ne anlama geldiğini gayet iyi bilmeleri.”
Bir yandan inanılmaz bir zevk alırken, bir yandan da ürküyorum. Imposter duygularım devreye giriyor; “Feminist hareketin en güçlü seslerinden birinin sözlerini Türkçeye çevirmek sana mı kaldı?” demeye çalışıyor bana. Öyle zamanlarda, düşmek üzere olduğum kuyudan beni yine Gloria’nın sözleri çekip çıkarıyor:
“Korkuyu hisset ve yine de yap.”
Ve ben öyle yapmaya çalışıyorum.
Çünkü hayat, valizlerle taşınan kavuşmalardan, bir türlü alışamadığımız vedalardan, çaktırmadan geliveren beyaz saçlardan ve tüm bunlara eşlik eden cümlelerden ibaret.
Gloria Steinem’ı daha yakından tanımak için, erkeklerin regl olduğu bir dünyanın nasıl olacağını betimlediği “Erkekler Regl Olsaydı” adlı makalesinin 5 Harfliler’deki çevirisini okuyabilirsiniz.
Yine harika bir yazı olmuş, içinde her şeyi barındıran bir hayat kesiti. Kimse sıcak günlere denk getirilen sınav tarihini, şehrin bilmem neresine çıkan sınav yerlerini (neden kendi okulunda giremiyorlar bana hala saçma geliyor) kopya sayılmayacak eşyaların yasak olmasını, o videoda şipidik terlikler ve şortla giren erkekleri konuşmuyor.
Ah keşke orijinalini alacağıma senin çevirini bekleseymişim 🙃 o vakit iki defa okuyacağız ❤️